Halkçılık olgusuyla ilgilenmeye 1970’lerde doktora eğitimim sırasında (New York) başladım. Konuya giriş kapım, “devletin göreli özerkliği”ydi. Daha güçlenmemiş burjuvazi ve örgütlenip, siyasete ağırlığını koymamış işçi sınıfının bıraktığı boşluğu orta-sınıf profesyonellerin ama daha çok bürokratların doldurduğu ve devlet aygıtını denetimleri altına aldığı bir durumdu dikkatimi çeken. Çok-uluslu doktora sınıflarında kendi ülkelerinden örnekler verecek nitelikli öğrenci arkadaşlarımla karşılaştırmalı bir çalışma yaptık veçok şey öğrendik.
Doktora bitip yurda döndükten sonra konu üzerindeki düşüncelerimi toparlayıp ‘Birikim‘ dergisine bir makale olarak sundum. Yazı, Ekim 1977 tarihinde 12/32 sayısında çıktı. Geçende bulup (internette var) tekrar okudum ve bugün çok boyutlanan popülizm yazınının bir çok ipucunu orada gördüm. Şimdi bu yazıyı güncelleme vakti, çünkü dünya değişti, toplumsal yapılar farklılaştı. Dolayısıyla halkçılık/popülizm de yeni özellikleriyle yeni bir yorumu hak ediyor.
Popülizm/halkçılık nedir?
Popülizm, bir ideolojiden çok bir siyasi yaklaşım, siyasal anlayış tarzı ve iletişim biçimidir. Bir stratejidir diyenler de var.
Popülizm, sosyal sınıflarla doğrudan ilintili (sınıfsal) değildir. Önderlik özelliği (önderler) daha ağır basar. Sağ ve/veya sol olabilir.
Popülistler, köklü yapısal değişiklikler, üretim tarzında veya ilişkilerinde yenilik teklif etmezler. Çalışanları üretime dâhil etmek gibi bir niyetleri yoktur; tüketime ortak olmaları yeterlidir. Servet veya gelir bölüşümünden çok muhtaç kesimlere desteği savunurlar. Amaçları onları güçlendirip, ‘yapabilir’ kılmak değil, başını çektikleri siyasi katara dâhil etmekir.
Popülistler, örgütlü olan her şeyden ürkerler. Örgütlü emek (sendikalar); örgütlü toplum (sivil toplum örgütleri) ve örgütlü ve güçlü sermaye onların güçsüzlüğünü ve köksüzlüğünü ortaya çıkarır. Özerklik konusu da popülistlerin kâbuslarındandır. İnançlarına göre özerk olan her şey (kurum, örgüt ve sosyal-kültürel grup), halk iradesini sınırlar, toplumsal bütünlüğü tehdit eder. Popülizmin ana gayesi halk iradesini iktidar kılmak ve buna karşı çıkacak tüm yapıları ve akımları yok etmektir.
Popülizmin dayandığı kaynak halkın mevcut düzenden memnuniyetsizliği, onda gördüğü çarpıklıklara, adaletsizliklere karşı öfkesidir.
Halk, arzuladığı değişimi doğrudan yapmaz, yapamaz. Yapsa, yapabile bu bir devrim olur. Onun yerine halk adına konuşan, onu temsil ettiği iddiasındaki halkçı (popülist) önderler öne çıkarlar. Büyük konuşurlar; halkın özlem ve korkularına hitap ederler.
Popülizm, milliyetçi söylemler kullansa da öznesi millet/ulus değildir, halktır. “Millet” kavramı, daha karmaşık, hiyerarşik ve siyasaldır; halk ise daha yalın, örgütsüz, ayrışmamış, katmanlaşmamış ve saftır, iyilikle eşdeğerdir. Millet, zamanda var olan bir topluluktur; halk, mekânda var olan bir topluluktur.
Milliyetçiliğin mucidi milletler değildir, milliyetçi önderlerdir. Milliyetçiliğin bildik öğeleri vardır: Devlet, vatan, bayrak, milli ruh (bağımsızlık), şeref… Halkçılar için var olma ve altta kalmama kaygısı isteği daha ağır basar. Halkçı önderler bunu, halkın egemenliğini tesis etme ve kendilerinin öncülünde “kötü” elitlere ve yozlaşmış düzene karşı bir halk zaferine dönüştürmeyi teklif ederler. Bu, halk adına ama halksız bir yönetim anlayışıdır.
Halkçı önderler, sistemdeki yozlaşma ve yolsuzluğa, kötü yönetime karşı olan halk tepkisini yerleşik kurumlara ve yasalara karşı olmaya dönüştürür, halkı iktidar arayışlarına alet ederler. Onların duygularını sömürürler ama iktidara ortak etmezler. Böylece yapısal reformların önünü keserler.
Halkçı önderler, karmaşık sorunlara basit yanıtlar verirler ve halka onları kolayca çözecekleri vaadinde bulunurlar. Dayandıkları meşruiyet zemini, “iyi halkın” onlara seçim zamanında verdiği destektir. Seçilmek, seçimle gelen iktidar, popülistler için meşruiyetin yegâne kaynağıdır. Temsil ettikleri halkın egemenliği, büyülü, hatta kutsal bir anlama sahiptir.
Popülistlerin kuracakları düzen için referans aldıkları bir ‘altın-çağ’ vardır ve bu geçmiştedir. O dönemin şartları sağlanabilirse, “yeniden büyük” olabiliriz. Hele geçmişinde imparatorluk olan uluslarda dünün hayali, güçlü bir imgedir.
Pekiyi halkçı önderler meşruiyetlerini nereden alıyorlar? Bu sorunun an yalın ve basit cevabı, seçimlere indirgedikleri demokrasiden. Evet, popülistler kendilerini demokratik sürecin bir parçası olarak görürler. Ama demokrasiyi, seçimlere ve seçilmiş olmaya indirgerler. Diğer yandan demokrasiye gücünü veren kurumları ve hukuku, halk iradesinin tecellisinin önündeki engeller olarak görürler. Bunun nedeni, mevcut kurum ve yasaların, dejenere olmuş bir düzenin ve onun önderlerinin toplum üzerindeki boyunduruğu olarak değerlendirmeleridir. Anayasal denge ve denetim mekanizmalarını (halkı kötü yönetim ve yöneticilerden koruyacak ve seçmeni güçlendirecek ilke ve mekanizmaları), bozuk düzenin ‘iyi ve saf’ halkın iradesini siyasete doğrudan yansıtmasını engelleyen safralar olarak görürler. Bunların hepsi çöpe atılmalıdır; buna gerekirse anayasa ve Anayasa Mahkemesi da dâhildir.
Popülistlerin/halkçıların öngördüğü rejim, “halk tarafından, halk için” oluşmuş bir rejim değildir. Popülist önderlerin “halk için” uygun gördükleri ve halk adına kendilerince yürütülecek bir yönetimdir. Bu anlayışta dolaylı bir temsil söz konusu olduğu için halk, seçmen görevini ifa ettikten sonra yönetimi sorgulayamaz, yönlendiremez. Bunu yapmaya kalkışanlar, “milli iradeye karşı gelmekle” suçlanır ki bu, hainlikle eşdeğerdir.
Seçim ve seçilmek dışında bir meşruiyet kaynağına inanmadıkları için popülistler, diğer anayasal haklara, liberal (özgürlükçü) yasa ve kurumlara itibar etmezler. Onlar gereksizdir. Bu yüzden popülist/halkçı yönetimler, önderlikler, giderek buyurganlaşırlar (otoriterleşirler). O nedenle halkçı yönetimlere rekabetçi otoriter denir. Seçilmiş olmaktan sağladığı meşruiyeti, bütün güçleri tek elde toplayarak ve otoriterleşerek yavaş yavaş tüketirler. Temsil ettiklerini, çıkarlarını koruduklarını iddia ettikleri halkı sonunda bunaltırlar. Popülistlere yakıştırılan şu hüküm oldukça anlamlıdır: Doğru soruları sorarlar ama nadiren doğru yanıtları verirler.
Popülizm Nasıl İşler?
Popülizmin, bozulmuş, adaletini kaybetmiş bir sisteme duyulan yaygın hoşnutsuzluktan beslendiği belirtilmişti. Hoşnutsuzluğun hedefleri genellikle kurulu düzen, bu düzenin siyasetçileri, yerleşik seçkinler ve özerk kuruluşlardır. Bunlar halkın iradesini temsil etmez, bu yüzden ülkenin kaderine hâkim olmamalıdırlar.
Popülistler, değişim isteğini dillendirirler ama savundukları değişim, genelde geçmişte “altın çağ” olarak saptanan bir döneme dönüştür. Bu yeniden kurgulanacak ‘altın çağ’da sıradan vatandaşın özlemleri, ümit ve beklentileri gerçekleşecek, korkuları son bulacaktır. Bu aydınlık geleceğe karşı çıkanlar sapkın ve bozguncudur. Tasfiye edilmelidir ki “milli dava” (uyandırılan ümitler) sönmesin; kimse önderliğin ütopyasını karartmasın.
Rakipler ve itiraz edenler, halkın ve halk iradesinin düşmanıdır; başkasının egemenliği için çalışmakta olan suçlulardır. Tutuklanmayı, hapsedilmeyi, işini ve birikimini kaybetmeyi, işkenceyi hatta idamı hak etmektedirler.
Popülistler/halkçılar, hoşgörü ve uzlaşma insanları değildir. Onların mutlak doğruları vardır ve “iyiliğin ve doğruluğun taşıyıcısı olan halk” onları seçtiği için kararları ve eylemleri doğrudur. Bu nedenle sorgulanmamalıdır.
Birçok ülke tarihinde, kuruluşta veya rejim değişikliğinde halkçılık sahne alır, dayanışmacı ve “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” vaadinde bulunur. Var olan sınıfları birbiriye çatışan değil, tamamlayan bir toplum modelini savunur. Korporatizm ad verilen bu ütopik toplum modeli popülizmin en cazip vaadidir. Bu vaatteki özne devlet değil, halktır. “Yeni halk”, iradesini egemenlik boyutuna taşıyacak kabiliyete sahiptir, sadece ihtiyaç duyduğu şey, onu temsil edecek kudretli bir önderliktir. O önderliği bulduğu zaman şahlanacak ve kendisinden esirgenenlere kavuşacaktır.
Halkçılık devrimci değildir ama kurulu düzene karşıdır. O düzen, “iyi” vatandaşı dışlamış ve mağdur etmiştir. Doğru önderlikle halk tekrar “içeri girecek” ve hak ettiğini alacaktır. Popülistlerin amacı düzeni yıkmak değil, kendilerini de içine alacak kadar genişletmektir.
Bu serüveninde kendisine mani olacak kurumsal yapıları yıkar, kültürel farklılıkları siyasallaştırır, toplumsal fay hatlarını derinleştirir, toplumsal bütünlük vaadinin tersine yarattığı gerginliklerle, destekçilerinden arta kalanlar üzerinde hegemonya kurarak iktidarını sağlar. Dışladığı ve üzerinde egemenlik kurduğu kesimler “iyi” halktan değildir, eski kokuşmuş düzenin kalıntılarıdır ve iyi hiçbir şeye layık değildir. Bu anlayış, popülistleri giderek buyurganlaştırır ve başladıkları noktadan çok uzaklara savurur, gerçeklikle bağları kopar. Halkı eşitsizliğe ve haksızlığa karşı korumak vaadi bir baskı rejimine dönüşür. Yönetimi dizginleyecek kurum ve mekanizmaları ortadan kaldırdığı için dizginlenemeyen, denetlenemeyen bir güce dönüşür.
Popülist toplum tahayyülünde sınıflar yoktur. ‘İyi’ halk ve onun temsilcileri ile ‘diğerleri’ vardır. Bu iki kutuplu toplumda siyaset de yeknesaktır. “Halkın egemenliğinde” sağ ve sol yoktur. Bunlar halkı bölen tanım ve ideolojilerdir.
Pekiyi halkçılık veya popülizm hangi koşullarda toplumun bilinçaltından çıkar be siyaset sahnesine yansır? 1- Mevcut siyasal sistemin işlevsizleştiği ve çürüdüğü kanısının yaygınlaştığı, toplumun önemli bir bölümünün kendini dışlanmış ve haksızlığa uğramış hissettiği dönemlerde. 2- Ekonominin yapı değiştirdiği, teknolojinin eski işleri anlamsız ve gereksiz kıldığı dönem ve durumlarda. İşçi sınıfının, daha geniş bir tanımlamayla çalışanların, geçici ve güvensiz işlere mahkûm olduğu; proletaryanın prekaryaya dönüştüğü süreçte.
Prekarya, alabildiğine esnekleşmiş bir istihdam sürecinde, sürekli değişen ve güvencesiz, geleceği belirsiz (precarius) işlerde, kök salamadan ve statü kazanamadan çalışanlara verilen addır. Güvencesizdirler, örgütsüzdürler, kimliksizdirler. Toplumsal hafızada bir yerleri yoktur. Prekarya, küreselleşmenin çocuğudur. Popülistler, onların örgütlenip rakip bir güç odağı olarak siyaset sahnesine çıkmalarını önlemek, çalışanların var olan mesleki örgütlerini yok etmek için özen gösterirler. Kendi temsil ettikleri “halk iradesinin” üzerinde bir irade görmek istemezler. Kendilerininkinden başkası gayr-ı meşrudur, zararlı ve yıkıcıdır.
Popülistlerin korporatist toplum anlayışı (çatışkın olmayan kümelerden oluşan, organik bir bütünlük öngördüğünden, bireyin toplumdan bağımsız hakları olmadığına, toplumun bir parçası olarak var olabileceğine inanırlar. Bağımsız birey fikrini reddederler. Toplumla birey arasında bir tür aile bağı vardır. Popülist önderlik de o ailenin reisi, babasıdır. Aileyi ortak çıkar birliği ve aileye ilişkin üretilmiş mitler (şanlı tarih gibi) bir arada tutar.
Kurumsal özerkliğe, toplumsal ve siyasal örgütlülüğe, itiraz ve muhalefete olanak veren yasa ve mekanizmalara karşıtlığı, popülistlerin oldukça keyfi bir yönetim inşa etmelerine yol açar. Hak arama yollarının kapalılığı, haksızlığın kalıcı hale gelmesine, dolayısıyla halkçı yönetimlerin iktidara geliş amacıyla çelişmesine neden olur.
Popülistlerin kendilerine özgü bir ekonomi modeli yoktur. Gerek halkın gözünü kamaştıracak projeler, gerek kendi kişisel iştahlarını karşılayacak sermaye arayışı onları er veya geç burjuvazi ile ittifaka, hatta bütünleşmeye götürür. Sistemin tüm eşitsizlik ve haksızlıkları (kendilerinin yol açtıkları dahil) devam eder, onarılamaz. Eleştirdikleri kurum ve usullerin yerine daha iyisini koyamadıkları için “iktidarı/hükümeti halka götürmek” iddiaları havada kalır çünkü iktidarı devretmek gibi bir niyetleri baştan beri yoktur. Halkın gerçek temsilcileri onlardır ve seçilmiş olmanın büyülü sıfatı, iktidarda kalmaları için yeterli sebeptir.