Kendimi yıllar yıllar öncesindeki gibi acemi hissediyorum.
Yıl 1996, Agos yayım hayatına yeni başlamış.
Can dostum Harut Agos’un ilk yayın kurulunda ve bana ha bire ‘Yaz Anjel!’ deyip duruyor, her konuşmamızda.
Yazdım…
Neyi Yazmalıyım? Diye soruyordum, Agos’ta yayınlanan ilk yazımda.
24 yıl sonra şimdi de Arat yavrum bana ‘Yaz Ana!’ deyip duruyor.
Neyi Yazayım?
Nereden başlayayım?
Aralıksız yazmaya, okumaya, notlar almaya devam ederken ben, neden bunca küstüm paylaşmaya yazdıklarımı?
Neden hep yalnızlığımı yalnız bırakmamanın derdindeyim, bunu mu anlatayım sizlere?
Ya da; asırlardır koca koca imparatorlukları korumak adına sevdiğinin tenine dokunamadan, baba olamadan, yaşlanamadan, kılıç darbeleriyle, topla tüfekle, bombalarla parçalanarak ölen gençlerin, bugün o imparatorluklardan hiçbiri kalmamışken neden öldüklerini hala, bir türlü anlayamadığımı mı yazayım?
Ya da; birkaç çocuğu olan bir babaya benzettiğim Allah’ı; çocuklarından bir bölümünü diğer kardeşlerinden nefret ettirip, kendileri gibi düşünmeyip, kendileri gibi yiyip içmeyip, kendileri gibi yaşamadıkları için bu kardeşlerini öldürmelerinin hak olduğuna inandıran, kardeşleri kardeşlere düşman eden bir babanın emirlerine uymayı reddediyorum!
Yeryüzünde aklı ve vicdanı olan kim sever ve onaylar böyle bir babayı?
İşte ben; evlatları arasında ayırım yapan bu Allah Baba’yı reddediyorum demelerimi mi yazayım?
Kadın cinayetlerine, toplu çocuk tecavüzlerine ses çıkarmayıp; bira içen genç kızları hedef tahtasına koyan namussuz namus bekçilerini mi yazayım?
Namuslarını kadının bacak arasına sıkıştırmış ahlaksızları mı yazayım?
Ya da; Wilhelm Reich’ın ‘Dinle Küçük Adam’’ında anlattığı SENi, SANA yine yeniden mi anlatayım?
Savaşlarda evlatlarını yitiren anaların, babaların dini,dili,rengi ne olursa olsun ağladıklarında akan gözyaşlarının rengi yok!
Yeryüzünün her hangi bir yerinde tecavüze uğrayan kadınların hissettiği acının, yıkımın, travmanın rengi yok!
İNSAN olmak dışında başka bir kimliğimiz yok!
Bu basit gerçeği sana unutturmaya çalışan egemenlerin iktidar mekanizmalarının kurduğu tuzağa yeniden ve yeniden düşerken, öfkeni; senin gibi terk derdi evine aş, çocuklarına sevinç, eşine huzur götürmek olan komşuna yöneltirken aslında kendi evini vurduğunu mu anlatayım?
Barış elçisi olmak varken, sevmek sevilmek varken, yeryüzü hepimize yeterken; açgözlülüğümüzün eseri olan yoksul, aç, çıplak, susuz, evsiz yaşamak zorunda bırakılan insan kardeşlerimizin trajedisini mi yazayım?
Kendimi bildim bileli iki çeşit insan vardır; iyi ve kötü diye düşünürdüm. Bugün artık böyle düşünmüyorum.
İNSAN İYİdir …
Çünkü; çıplak doğan bebekler İYİdir…
‘Kötü’ diye adlandırdığımızın sadece; şiddet görmüş, fiziksel şiddete maruz kalmamışsa bile sevgisiz yetiştirilmiş, büyüme sürecinde dogmaların kıskacında bırakılmış zihinleriyle düşünme yetisini yitirmiş, sağlıklı algısı kapalı, adalet ve vicdan terazileri tek kefeyle tartan, ilkel duygularının etkisinde sadece tepkisel hareket ve eylemlerde bulunmayı bilen birer insanımsı şeylere dönüştürülen bu bireyleri nasıl yeniden İNSAN yapabiliriz sorusunun cevabını bulmanın tek derdim olduğunu mu anlatsam?
Her birey kendi yaraları, hataları, acıları ile yüzleşmeden, kendisini iyileştirip, önce kendisini sevmeyi öğrenmeden, sağlıklı toplumlar inşa edilemeyeceğinden, devrime ulaşmak için önce duygusal evrimin başarılması gerektiğini mi yazayım?
Söyleyin neyi yazayım?
Nereden başlayayım?
Sayın Angel Dikme siz yazında ne yazarsanız yazın lütfen.