Kürt Cemali’yi duyanınız var mı?
Vardır mutlaka.
Ama “Keşanlı Ali Destanı”nı duymayan yoktur herhalde. Yazısal, görsel eserlerini okumayanlar ve izlemeyenler bile mutlaka kulak aşinalığından, aşkı da barındıran bu destansı yapıtı az çok bilir.
Bu yazımda, Kürt Cemali olarak bilinen Cemali Coşan hikayesinin nasıl Keşanlı Ali Destanı’na dönüştüğünü/dönüştürüldüğünü yazacağım.
Kürt Cemali, yedi kardeşli bir ailenin en küçük ferdi olarak 1933 yılında Ankara’da doğmuş, ailesi ise bir Kürt aşireti olan “Şeyhbızın”a bağlı, Erzurum Bayburt’tan Ankara’ya göç etmiş yoksul bir ebeveyndir.
Cemali, kısa sürede Ankara ve çevresinde mümtaz, ağırbaşlı, yiğit, mazlumun hakkını gözeten ve sözünü esirgemeyen biri olarak anılır, gerçek bir kabadayıda olması gereken özelliklere sahiptir. Karakterinde zorba, menfi, kişisel menfaat örnekleri gözlenmez. Ankara’da ezilen insanlar ve hakkını arayan gecekondu semtleri için bir ses, umut kaynağı ve cengaver olmuştur. Bu yüzden yerel halk tarafından çok sevilir, itibar görürdü.
Ankara’nın Hacettepe semti başta olmak üzere bir çok bölgesinde itaat edilen biridir, bu yüzden diyebiliriz ki Cemali Coşan, 1950 ve 1960 döneminin Ankara’sının efsanevi bir kabadayısıdır.
1962’nin 2 Nisan’ına bağlayan gecesinde, soyadı gibi lakabı da kabadayı olan Mehmet; bazı bölgelerde oluşan paylaşım sorunlarını konuşmak üzere, Ankara’da Opera Meydanı’na yakın bir yerde bulunan kumarhanesine Cemali’yi davet eder. Cemali, racon gereği yalnız ve boş tabancayla gider. Ancak gecenin sonunda anlaşmazlık sonucu tartışmalar başlar ve birden elektrikler kesilir, silah sesleri duyulur…
Işıkların açılmasıyla birlikte Kürt Cemali, tabancısına sürmek üzere olduğu mermisiyle kanlar içinde yerde yatmaktadır.
Cemali, bir komplo sonucu karanlık bir mekanda, kimin ateş ettiğini görmeden oracıkta can verir. Bu haberle birlikte Ankara adeta ayaklanır, günlerce gazetelerde sürmanşet olarak konuşulur. Cemali’nin akrabaları ve fedaileri intikam yemini eder, failleri olarak Kabadayı Mehmet’i ve o dönem henüz kabadayı stajeri olarak Mehmet’in korumalığını yapan Dündar Kılıç’ı hedef olarak belirlerler.
Öldürüleceğini bilen ikili, kendi istekleriyle gidip teslim olurlar, bir sene sonra ise ikisi de tahliye edilir.
Nihayetinde Kabadayı Mehmet, Cemali’nin katledildiği “Hergele Meydanı”nda vurulur, cinayeti Cemali’nin 16 yaşındaki yeğeni üstlenir. Dündar Kılıç ise Ankara’da bırakın barınmayı, yaşayamacağının bile bilincindedir, oradan kaçar ve soluğu İstanbul’da alır. Daha sonra bir çok defa Cemali’nin adamları tarafından öldürülmek istenir, saldırılara uğrar ama Dündar Kılıç’ın devlet güçleriyle geliştirdiği ilişkiler sayesinde her seferinde sağ olarak kurtulmayı başarır.
Buraya kadar olan kısmı, Kürt Cemali’nin kısa bir kökeni, yaşamı ve bir kumpas sonucu cinayete kurban gitmesidir. Ancak asıl vurgulamak istediğim husus bundan sonra başlıyor…
Dönemin tiyatro yazarı Haldun Taner’in kaleme aldığı ve epik tiyatronun şaheserlerinden olan “Keşanlı Ali Destanı”nı tastamam Kürt Cemali’nin hikayesinden almış olmasıdır. Cemali’nin anısına Altındağ’da ağıtlar yakılır, adına türküler bestelenir ve birden Cemali’nin ünü bütün ülkeye yayılır. Bunu duyan Haldun Taner, bu efsaneleşmiş hikayeyi sahneye yansıtmak ister.
Kürt Cemali ismi, Keşanlı Ali’ye; Altındağ ise Sineklidağ’a dönüşmüştü…
Keşanlı Ali Destanı; 1964’ten bu yana sinemaya, televizyona ve tiyatroya uyarlanır, ülke içinde ve dışında bir çok yerde sahnelenir; sadece 500 kezden fazla olmak üzere Türkiye’de, Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Amerika’da yüzlerce kez gösterime girdi.
Keşanlı Ali, hikayeye göre Rumeli-Trakya kökenlidir, Keşan’da doğmuş ve büyümüş birinin yaratılan karaktere özgü olması gerekir. Ancak, sahnelenen oyunlar da Keşanlı Ali, Kürt şivesiyle ve kabadayı ağzıyla konuşur, Kürtlerin geleneksel giyim ve kuşamından faydalanır ve yine Kürtler’in kültüründen yoğunca esinlenerek oynatılır. Bu başlı başına birbiriyle bağdaşmayan Keşanlı Ali’nin karakteristik ve tabi olduğu kültürüne aykırı, absürt ve/veya patafizik bir uygulamaya konu olmasına sebep vermiştir.
Edebiyat’ın bir tekniği şudur ki, eğer bir olay yaşanmış bir hadiseden alınıyorsa -fantezi dışında- bunda yazarın kurgu gücünü eklemesinde ve karakterleri bozmayacak biçimde süslemesinde bir sakınca yoktur; ancak tahrifat yoluna giderek, mahiyeti bozarak, özünü kaybettirerek bir yere, kişiye ya da öğeye ait olması gereken motifleri başka bir ulusa veya yere bağlamak aydın veya sanatçı olmanın ahlakıyla uyuşmaz. -Bu ayrı bir tartışma bahsi olduğu için burada değinmek istemiyorum, konuyu saptırabilir.-
Bu olayı yazılı kanıt olarak ilk ortaya çıkaran kişi ise yazar Mehmed Kemal’dir.
Mehmed Kemal 1980’in başlarında Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, “Kürt Cemali’den Keşanlı Ali Destanı’na” başlığıyla senaryonun nasıl oluşmaya başladığını ve Haldun Taner ile olan ilişkisini şöyle anlatır:
“Kürt Cemali, Altındağ ve Atıfbey’de çok sevildiğinden tutuluyor, ağıtlar yakılıyor. O günlerin akşam gazeteleri Cemali’nin öldürülüşünü ballandıra ballandıra yazıyorlar. Öyle ki Haldun Taner’in dikkatini çekiyor. Birgün Haldun Taner bana çıkageldi, ‘Şu Kürt Cemali nerelerde geçti, aslı ne öğrenmek istiyorum’ dedi. Haldun’u Altındağ ve Atıfbey’in çocuğu avukat Şefik Güner ve Tahsin Yaman’la tanıştırdık. Öğrendi, inceledi, bu olaydan, ‘Keşanlı Ali Destanı’ doğdu.”
Peki, Keşanlı Ali Destan’ı neden aslına uygun olarak “Kürt Cemali” ismiyle sahnelenmedi?
Yaşar Kaya’nın “Türkoloji Yazıları” başlıklı kitabında yer verdiği ve yine 26 Mart 1996 tarihli Özgür Politika gazetesinde yayımlanan yazısında, konuyla ilgili şunları aktarıyor:
“Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nın vizyonundan sonra Kadıköy vapurunda Doğulu bir savcı arkadaşımla tartıştı (…) Hukukçu arkadaş 1960’lı yıllarda Ankara’da çok ünlenen Kürt Cemali ile bu oyunun ilgisinin olup olmadığını söyler. Onun, öldürülen Kürt Cemali’nin hayat hikâyesinin tıpatıp aynısı olduğunu söyler. Haldun Taner inkâr yoluna sapar… Arkadaşım, Keşanlı Ali için niçin Trakya şivesi ile değil, bir Kürt kabadayısı ağzıyla konuşturulduğunu sorar. O zaman ip kopar. Haldun Taner bunu kabullenir gibi olur. ‘Ona Kürt Cemali desem oynamazlar, onun için Keşanlı Ali dedim’ der.”
Çeşitli eleştirilere maruz kalan Haldun Taner ise eserin 4. basımına yazdığı önsözünde, bu gerçek hikayeyi “Altındağ” bölgesinden aldığını itiraf ederek eklemelerde bulunur: Konu ne kadar bizdense, oyunu ve üslubu da o kadar bizden olsun istiyordum.
Anlaşılan o ki Haldun Taner, dillere destan olan bu Kürt kabadayısının hayatını yazmak ve sahneletmek için Türkleştirme hamlesi yapmıştır. Bu kitabı okuyanlar, isim ve yer değişikliği dışında, tepeden tırnağa Kürt Cemali hikayesi olduğunu anlayacaklardır çünkü değişime uğratılmış motifleri tutarsız ve çelişkilidir.
Açık bir şekilde, Ankaralı Kürt Cemali hikayesi, törpülenip değiştirilerek yönlendirilmiş ve Keşanlı Ali olarak görücüye tanıtılmıştır.
Kürtlere karşı daha ağır tabuların olduğu bir dönem olarak düşünülüp, masumane bir yaklaşım ile Haldun Taner aklanmak istenebilir. Ancak bu, tarihin yargısından kurtulmasına bir mazeret değildir.
Cumhuriyet’ten bu yana Kürt kimliğine ve varlığına olan hazımsızlık, asimilasyon ve yok etme politikaları bir yana, Kürt isminin geçtiği her alanı pasifize etmek ve Haldun Taner’in de dile getirdiğinden anlaşılmak üzere; konuyu bizden yapmak için Kürt ibaresini silmek ve yerine yeni bir uyduruk karakter senaryosu yaratmak kalıyor. Bu da Kürt destanına konu olanı bir hikayeyi bile öldürüp, kendilerine mal etmesi anlamını taşıyor.
Bırakın Kürt varlığını, Kürt kavramını bile halkının yapısına özgü biçimde eserlerine yansıtılmasına düşman bir Türklük doktrini yaratılmıştır.
Edebiyatta, sinemada ne var ki sanatsal ifade biçimlerine bile tek renk kafatasçılığından kurtulamamış, evrenselliği yakalayamamış, düşünce olarak ürkek bir ulus yapısı ortaya çıkmıştır.
Elbette bunu yaratıp Türk halkına enjekte eden ve Kürtleri tahkir ederek özümleyen; farklılıklardan korkan ve bunu sürekli beka sorunu haline getiren dar bir milliyetçilik olan Türk tipi Ulus-devlet yapısıdır.
Bugün Ulus-devlet düzeneğine sahip bir çok ülkede farklılıkların sanatına saygı ve hatta bu çeşitliliğe zenginlikle bakan bir toplum yapısı mevcuttur.
Farklılıkların sanatını bile kendilerine tehlike olarak topluma arz eden bir ülkede, ne çoğulcu siyaset oluşabilir ne gelişmişlik düzeyine erişilebilir ne de özgün sanat eserleri ortaya çıkabilir, acıdır ki parçalanmaya gebedir.
Daha önce ve sonrasında da Kürt sözcüğünün aidiyetini belirten eserleri Türkleştirip, kendilerine dayandırarak benzer bir çok olay cereyan etmiştir.
Konuyu özünden çıkarmamak adına diğer örneklerin sadece isimlerini belirteyim;
Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı, beyaz perdeye aktarılan 1964 yapımı “Keşanlı Ali Destanı”,
Fikret Otyan’ın röportaj serilerinde Ahmed Arif’in şiirlerinde Kürt vurgusunun yerlerini değiştirmesi,
Said Nursi’nin bazı risalelerinde yazdığı Kürt ve Kürdistan sözcüklerinin çarpıtılması veya yerine Türk ve İslamiyet kavramlarının eklenerek değişime uğratılmak istenmesi,
Yazar Osman Şahin’in, Mustafa Yeşilova’nın ”Kopo (Qopo)” başlıklı romanında Dersim Katliamı’nı devletçi bir bakışla değerlendirmesini eleştirdiği için hapis cezasına çarptırılması,
Yılmaz Güney’in Kürt yaşamından ve doğasından izler taşıdığı filmlerinin yıllarca yasaklanıp toplattırılması gibi sayısız örnekler verilebilir.
Tenkit yazımı, Nail Bayşu tarafından yazılan ve Nuri Sesigüzel’in yorumladığı “Ankaralı Kürt Cemali” ağıtının mısralarıyla sonlandırıyorum.
“Kaderim böyleymiş, ağlama anam
Cemalin boyandı al kızıl kana
Dört tane yavrumu bıraktım sana
Layikmidir felek bu ölüm bana
Ben ölürsem bağlatmayın başımı
Arkadaşlar diksin mezar taşımı
Annem silsin gözlerimin yaşını
Dertli yazın mezarımın taşını”
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.