Çoğumuz bir soluk nefese hasret yaşıyoruz bu topraklarda. Acıyla, ıstırapla sınanmadığımız gün neredeyse yok gibi. Kadın cinayetlerinin, kayıp insan vakalarının, istismar ve tecavüzlerin çığ gibi üzerimize yığıldığı bu iklimde, zehir zemberek yaşamak ile acı çeken, gadre uğrayan insanlara ses olmak arasında bir tercih yapmak gerekiyor. Bu tercih, insan olmakla olmamak arasında bir ince çizgidir aslında.
Şimuni ve Hurmüz Diril, Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı Mehre (Kovankaya) köyünde 11 Ocak’ta kayboldu. Çiftin oğulları Kemal Diril, annesi Şimuni Diril’in cansız bedenini 20 Mart’ta köylerine 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde tesadüfen buldu. Hurmüz Diril’in akıbeti ise hâlâ bilinmiyor.
Demokrasiyi işlevsel kılmak yerine güvenlik politikalarıyla toplumsal sorunları çözeceğini düşünen devlet aklı, başta Kürt meselesi olmak üzere, demokrasinin kurumsallaşmasıyla çözülebilecek bütün sorunları çoğu zaman güvenlik politikalarına havale etti.
Bu anlayışla, köyleri boşaltıp, insanları yerlerinden etti. Yol açtığı trajedileri, duygusal kırılmaları umursamadan, uzun süre bu politikaları sesi soluğu çıkmayan insanlara dayattı devlet.
***
“Köpek seslerinin kaygıları beslediği” o iklimde, Diril ailesi ve Mehre köyü sakinleri de paylarına düşeni alacaktı. 1989’da köyleri boşaltılan Diril ailesi, çaresiz İstanbul’a taşınıyor. 1992’de köye geri dönüyorlar, ancak 1994’te köyleri tekrar boşaltılınca, soluğu bir daha göç yollarına alıyorlar.
1994’te doğdukları toprakları yeniden terk etmek zorunda kalan Şimuni ve Hurmüz Diril 1995’te tekrar İstanbul’a taşınıyorlar.
Yeni bir yurt kurmak, yaşamak ağrısı gibi asılır boyunlarına. Bu ağrıya daha fazla dayanamayan Diril çifti 2011’de köylerine dönmeye karar verdiler.
Geride bıraktıkları köyleri harap olmuştu. Döndüklerinde karşılaştıkları manzara bir yıkıntıdan ibaretti. Diril çifti soluklanmadan, geceyi gündüze katıp evlerini inşa ettiler. Diktikleri ağaçların suyu, emekleriydi. Işığa, toprağa, aydınlığa büyülenmiş gözlerle bakan sevgileriydi.
2014’ten itibaren köyde yerleşik olmaya başlayan Diril çifti, o tarihten itibaren yaz kış hep köyde yaşıyordu.
Diril çiftinin, bu aydınlık yaşam serüveni 8 Ocak’ta kışa döndü. Evet, sanılanın aksine 11 Ocak’ta değil, 8 Ocak’tan itibaren Diril çiftiyle irtibat kesildi.
Diril çiftinin başına neyin geldiği konusunda net bir bilgi olmadığı gibi, olayla ilgili etkin bir soruşturma da yürütülmüyor.
Kaderine terkedilmek bu olsa gerek!
Şimuni ve Hurmüz Diril, temiz havası, eşsiz doğasıyla yaşam vaad eden köylerinde yaşamak istediler. Kaygıdan uzak, ömürlerinin son demlerini orada, evlerinde geçirmek istediler sadece.
Birileri gelip onların evini başına yıksın, ocaklarına ateş düşürsün diye değil.
Bu korkunç olay ilelebet bir sis bulutunun içinde saklı kalamaz, kalmamalı.
Sanırım acı olan şey “kayıpların” izini sürmenin ötesinde, bu çağda toplumun dalgın bakışları arasında insanların bir biçimde kaybolmasıdır.
Bir taraftan yaralı yürekleri, yarım kalan hayatlarıyla kaybolan yakınları için çırpınan aile fertlerinin cehenneme dönen hayatları, diğer taraftan bilinmezliğin girdabında yitip giden canlar…
***
Diril çiftinin kızları Gülcan Diril Üzümcü ile yaptığım röportaj sırasında anne ve babasının kaybolmasına dair hissiyatını ve bu süreçte insanların sessizliğini sorduğumda sitem dolu bir cevap vermişti.
“Annem ve babam için kaybolma kelimesinin kullanılmasından rahatsızlık duyduğumu belirtmek isterim. Bu bir kaybolma değil, bir alıkonulma, kaçırılma ve belki bir komplo aracılığı ile tuzağa düşürme diyebilirim. Annem, babam kaybolacak insanlar değildi.
Bu sessizliği, hem etnik kimliğimize hem de bulunduğumuz coğrafyaya bağlıyorum. Ölümler bu coğrafyada çok basit, çok sıradan, hele ki bu etnik kimliğe sahipseniz daha da ‘ölümü hak ediyor’ ve umursanmıyorsunuz.
Oysa herkes özünde biriciktir, tektir. Herkes kendine, sevdiklerine kıymetlidir. Bu bakımdan sessizlik de çok yaralayıcı.
Annemin, ‘Benim çok çocuklarım var, lütfen öldürmeyin’ diye bağırdığını hissediyorum ve bu çığlıkları kalbime saplanıyor. Bir anne, anneanne, babaanne, bir baba, bir dede nasıl öldürülüp üzerleri sessizlikle örtülebilir?
Mantıksızlığın, haksızlığın verdiği acı, çekmiş oldukları fiziksel acının da üzerinde olduğunu iliklerime kadar hissedebiliyorum.”
Gülcan Diril’e röportajdan bağımsız olarak annelerini bulduklarında ne durumda olduğunu sordum. O andan sonra ikimizde sustuk. Telefonun ucunda hıçkırarak ağlayan bir evlat vardı. Söze başladı, ancak devamını getiremedi. Sustu bir süre, sonra tarazlanmış sesiyle insanın ruhunda deprem hissi yaratan şu cümleleri dile getirdi; “Annem, ilk göz ağrısı büyük abim tarafından bir taşın üstünde vücut bütünlüğü bozulmuş şekilde bulundu. Annemiz eksikti, yarımdı, canı acıtılmıştı… Daha sonra elbiselerini teker teker derenin içinden ayrı zamanlarda bulduk.”
Audrey Hepburn’un son sözüyle…
“İnsanların öldüğünü gördüm. Sevenlerin ayrıldığını. Her gün tekrar eden zulmü ve açlığı…
Bütün bunlar bana gösterdi ki, hayatta hiçbir şey acı çeken bir insana duyacağımız empatiden önemli değildir. Hiçbir şey!
Ne kariyer, ne servet, ne zekâ, ne mevki… Soylu bir hayat yaşayacaksak, başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız.”
Sayın ARAT Barış tüm yazılarınızı okudum insan olduğum için bazı yerlerde çok utandım .Bütün yaralara parmak basmışsınız yürekli insanlara bizim yüreklenmemiz için ihtiyacımız var. Varlığınız daim olsun.
Gazete Davul ile ARZU YILDIZIN REYHAN I ile tanıştım gazete aylık mı çıkıyor.