Geçtiğimiz yaz aylarında ülkemizin çeşitli yerlerinde peş peşe ortaya çıkan orman yangınlarına karşı devletin ne kadar aciz kaldığını ve hatta elinde bulunan kimi araç ve gereçleri planlamaktan yoksun olduğunu hep birlikte gördük ve sadece ormanlarımız ve zenginliklerimiz değil bağrımızda onlarla birlikte yandı.
Oysa açık bir kuraklık tehdidi altında olan ülkemizin ormanlara ne denli ihtiyacı var, bu çok iyi biliniyordu.
İklim değişikliği sürecinden öncelikle etkilenecek ülkelerin başında gelen Türkiye, bu süreçten 2030 yılından sonra ciddi kuraklık sorunundan etkileneceği uzmanlar tarafından hep belirtiliyordu.
1970’li yıllardan beri devam eden kuraklık sorunu önümüzdeki yıllarda etkisini daha fazla göstererek başta tarım olmak üzere genel olarak ekonomik ve toplumsal sarsıntılara neden olması bekleniyor.
Son olarak Ocak ayı içinde hemen tüm bölgelerde görülen, kar yağışı son yıllarda metre kareye düşen en yoğun yağışlar olarak kayıtlara girdi.
Ancak yıllar içinde ilk defa karşılaştığımız bu kar ve yağmur yağışı ile kuraklık sorunu ve tehdidi çözülmüş olmuyor.
Evet, büyükşehirlerimize su sağlayan barajlarda doluluk oranları arttı, diğer yandan giderek yok olan yer altı sularımızın seviyeleri artacak. Barajların, göllerin ve ırmakların yüzü gülecek ama bu yeterli olmayacak.
Neredeyse kırk yılı aşkın bir sorun olan kuraklığın, öyle bir iki kış yoğun kar yağışıyla atlatılacak bir durum olmadığı görülecek.
Ancak bu yoğunlukta yağış bile örneğin hiç yağış olmasa bile İstanbul için 184 günlük ihtiyacın giderilmesine yetecek oranda.
Bunun bir diğer anlamı en az yirmi bol yağışlı mevsimler yaşarsak en azından ülke kuraklık tehdidinden bir nebze olsun uzaklaşmış olur.
İşte bu son yağışlarla birlikte gündeme kuraklık tartışması ve alınacak önlemler geleceğine ki “bu durum büyük bir fırsat yaratmıştı” bu sorun konuşamadık ve tartışamadık.
Neyi tartıştık peki?
Ekrem İmamoğlu o akşam neredeydi?
Neden işin başında değildi?
Günlerce ve hatta halen devam eden bir gürültü patırtının içinde bulduk kendimizi…
Bu tartışmayı başlatan iktidar çevresi İstanbul belediyesini yirmi dört yıl ellerinde bulunduranlar değilmiş gibi ve bu tür afetlerden sanki onların döneminde hiçbir olumsuz gelişme olmamış gibi atıp tutmaya başladılar.
Halen bu durum devam ediyor.
Daha belediye başkanlığında birinci dönemini bile doldurmamış olan İmamoğlu, topun ağzına konulmuştu ve her önüne gelen topa tutuyordu.
Tüm bu eleştirileri yapan başta cumhurbaşkanı olmak üzere o akşam kar başladığında elinde kürekle Beylikdüzü rampasında kar küreyen bir belediye başkanı prototipi çizmeye çalışıyorlardı.
Evet…
İmamoğlu önceden planlanmış olan bir yemeğe gitmiş ve o randevuda İngiltere’nin Ankara Büyükelçisiyle görüşmüştü.
Ve bu görüşme sırasında kar yağışı, yağış olmaktan çıkmış adeta bir doğal afete dönüşmüş trafik aksamaya başlamış ve sonunda tüm yollarda trafik durmuştu.
Tüm bunlar olurken büyükşehir belediyesi ekipleri daha önce planlandığı gibi görevlerini yapmaya çalışmış olsa bile neticede olabileceklerin önüne geçilememiş ve koca bir şehir kara teslim olmuştu.
Ancak bu durumdan siyasi çıkar sağlamak isteyen Ak Parti iktidarının İmamoğlu’nun yemeğe gittiği lokantayı Mobese kameraları aracılığıyla özel yaşam hakları hukukunu hiçe sayarak medyaya servis etmesi ve bu hukuksuzluk üzerinden siyasi çıkar elde etmeye çalışmış olması tam bir ucuz siyasetin pespaye görüntüsünü oluşturmuştur.
Yetmez son olarak görevden alınan Adalet bakanı Abdülhamit Gül, bu durumu hukuka aykırı bulmuş olması da görevden alınma nedenleri arasında sayılmıştır.
İçişleri bakanlığının hafiye misali yaptığı bu provokasyonun anlamı halen üzerlerinde İmamoğlu ezikliğinin devam ettiğini göstermekte.
Eziklik bir psikolojik hastalık, kendini aşağılık görme yetersizlik hali…
Tüm bunlar olurken de İmamoğlu yemekten kalkıp evine değil doğrudan AKOM merkeze giderek koordinasyonun tekrar başına geçmiştir.
Ve bu afet durumu ancak on iki saat sonra yapılan özverili çalışmalar sonrasında normale dönebilmiştir.
Şimdi…
İstanbul’da doğmuş büyümüş ve halen bu şehirde yaşayan bir insan olarak diyorum ki; bu yaşananların hiç mi hiç yabancısı değilim ve bu son yaşananlar da onlardan biri olarak hafızalarda yer alacaktır.
Fakat bu sefer yaşananların öncekilerden bir farkı ortaya çıktı.
Bu sefer belediye ekipleri daha bir organize ve çok daha sonuç odaklı çalışmaları sonucu etkin bir koordinasyonla kısa zaman içinde sonuç alınması sağlanmış oldu.
Örneğin 2004 yılı kışında Büyükçekmece E-5 Deve bağırtan rampasında benimde içinde bulunduğum araç, Edirne yönüne doğru akşamüstü saat 4’ten ertesi gün öğlen saat 12’ye kadar toplamda 20 saat mahsur kalmıştık ve ancak yirmi saat sonra kurtulabilmiştik.
Ak Partili Rahmetli Kadir Topbaş belediye başkanıydı.
Hasılı her kış dönemi bu yoğunlukta kar yağdığı zaman, bu yaşadıklarımızın benzeri görüntüler ve mağduriyetler ortaya çıkması adeta bu şehrin kaderi olmuştu.
Tabi bu sefer sadece İstanbul değil, Gaziantep başta olmak üzere pek çok kentte ve karayollarında kar çok olumsuz etkilemiş ve trafik akışının durmuş olması pek çok mağduriyete neden olmuştur.
Evet…
Türkiye’de devlet, hükümet, belediyeler ve kamu kuruluşları her afette sınıfta kalan ve her afette yetersiz ve eksik kalan yanları olan bir hizmet görüntüsü içinde olmuş ve hiçbir keresinde bu sorunlu durumundan kendini kurtarmayı bilememiştir.
Kuraklık tehdidi altındayız demiştim.
Yetmez her an ve her yerde deprem tehdidi altında olan bir ülkeyiz.
Diğer doğal afetleri ise lokal yaşayan bir ülkeyiz.
Bu kadar riskleri kendisinde barındıran bir ülkenin sürdürülebilir acil eylem planları olması gerekmez mi?
Uluslararası kuruluşlar, kamu kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında bir koordinasyon ve bir dayanışma ağı kurulamaz mı?
Bu ve benzer afetlerde kamu kuruluşlarının yanı sıra bunun toplum içinde oluşturulacak gönüllü insan ağları örgütlenemez mi?
Sorular uzar gider kim dinler, kim adım atar bilinmez.
Evet…
İstanbul kara teslim oldu, insanlar zor saatler yaşadılar ve olay geçti ve gitti.
Yarında unutulur bile…
Unutulmasın diye söylüyorum.
Son kar yağışında alınan önlemlerin hızla sonuç vermesinin arkasında iyi bir koordinasyon olduğu anlaşıldı.
Umudumuz sonraki afetlerde bu koordinasyonların daha sorunlar yaşanmadan sorunları önlenmesi yönünde geliştirilmesidir.
Üstelik İstanbul için beklenen büyük depremi düşündüğümüzde kentsel dönüşüm başta olmak üzere alınacak diğer önlemlerin ne kadar hayati ve önemli olacağı açıktır.
Bilinmelidir ki neredeyse yirmi milyon nüfusa doğru giden bu mega kentte ve ülkenin kalbi olan bu büyükşehirde alınacak önlemlerin maliyetleri ödenecek olan bedellerin yanında lafı bile edilmeyecek oranlarda olacaktır.
“Bu makale yazarının görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.”