Cezaevinde tutulan ve denetimli serbestlik hakkı tanınmayan gazeteci-yazar Celalettin Can, 29 yıldır tutuklu şair İlhan Sami Çomak ile söyleşti. ”Beni haksızca hapsettiniz ama yaza yaza, varlığımı duyura duyura bu affedilmez kötülüğünüzü dünyaya duyuruyor, tarihe kaydediyorum” diyen Çomak, “İyiden iyilikten başlamışken devam edelim, iyi bir şair olarak bilinmek ve tanınmak isterim. Bütün bunlar mümkün, zira gelecek benden geçiyor” diye not düşüyor.
87 gündür hapishanede tutulan ve denetimli serbestlik hakkı tanınmayan gazeteci-yazar Celalettin Can, 29 yıldır tutuklu olan şair İlhan Sami Çomak ile söyleşti.
Independent Türkçe’de yayınlanan söyleşide Çomak, “Muktedirlerin yaptığı kötülüğü böyle somut ve kalıcı deşifresi ancak sanat ile mümkün. Zira kötülük, asla sanattan ve iyilikten daha büyük olamaz!” diyor.
‘İYİ BİR ŞAİR OLARAK BİLİNMEK VE TANINMAK İSTERİM’
Şöyle başlayalım istersen, İlhan Sami Çomak kimdir, nereden gelir nereye gider, nasıl tanımlanmak bilinmek ister?..
Kimliğim ve nereden geldiği sorusuna verilecek cevap, benim açımdan bir yönüyle zor bir konu. Zorluğu kendini bilmemekten değil de, kimlik dediğimiz şeyin değişken ve pek çok veçhesi bulunmasından doğuyor.
Daha somut söylersek, bu durum kimliğin belirsizliğe meyyal, zamandan, zamanın ruhundan azade olmayan yönüyle ilgili. Öyleyse bu belirsizlikten kurtulmak için kimi sabit değer ve tanımlara sığınmak doğru olacaktır.
Açık ve kanayan iki yara, benim kim olduğuma dair her zaman başvurulacak bir yerde duruyorlar. Zira kendilerini hatırlatmaktan asla imtina etmiyorlar. Kürt ve Alevi-Kızılbaş olduğum gerçeğinden bahsediyorum.
Kürtlüğü ve bir yere kadar Kızılbaş olmayı ben seçmedim doğrusu. Her ikisi de ebeveynlerinden bana devredildi. Biri doğuştan tabi olduğum ve bir köke işaret eden, diğeri ise kültürel bir sürekliliğin sonucu çocukluktan itibaren kişiliğime getirilmiş olarak. Bu iki sabit değer, esasta benim nereden geldiğine işaret ediyor.
Öte yandan, Kürtlük ve Kızılbaşlık devlet dersinden çok dövüldükleri için, aynı zamanda benim nereye gidiyor olduğuma ilişkin de veriler sunuyor.
Sanırım bu yaralar iyileşip kapanana kadar, sessiz geçiştiremeyeceğim şekilde onlara çalışmam bir zorunluluk. Ta ki olması gerektiği gibi bu değerler normal bir hal alıp önem sırasının gerisine çekilerek kendilerine şiddetle hatırlatmaktan vazgeçene kadar.
O gün geldiğinde kazanılan veya bir çabayla edinilen kimliklerin de yüksek sesle açık edileceğini biliyorum.
Ben şimdi buna çalışıyorum. Kendimi Kürt ve Kızılbaş olmanın bağlayıcı sözü dışında tanımlayabilmek için benden geçen, uğraş ve yeteneğime başvurmamı buyuran bir varlık alanında konumlamak istiyorum.
Geleceğimi ben tanımlamalıyım. Biliyorum, sabit değerleri aşmak güç, ama benim böyle bir derdim yok zaten. Ben kendim oldukça görünmez ama sonsuz bağlarla bağlı olduğum değer ve insanlara hakkını teslim etmiş olurum. İyi ve vicdanlı insan olmak zor bir görev. Fakat ben buna talibim böyle bilinmek isterim.
İyiden iyilikten başlamışken devam edelim, iyi bir şair olarak bilinmek ve tanınmak isterim. Bütün bunlar mümkün, zira gelecek benden geçiyor.
‘BEN BİR MECBUR İNSANDIM…’
Uzun bir mahpusluk hayatın var. Cezaevinde dert, sıkıntı bitmez. Cezaevinde yaşama tutunma sağlam direnç noktaları gerektirir. Nasıl oluşturabildin bunu?
19 gün ağır işkenceli sorgularından sonra cezaevine konulduğumda, hem ruhen hem bedenen çok zayıftım. İnsana ve geleceğe dair derin hayal kırıklıklarıyla doluydu dünyam.
Ama önce benim gibi aynı zorluklardan geçen arkadaşlarımın destekleri, sonra da zamanın sabırlı ilerleyişi ile kendime geldim.
Şunu fark ettim: Ben bir “mecbur insan”dım. Denize düşmüştüm, ölmek istemiyorsam yüzmem gerekiyordu.
Ben de böyle yaptım. Kulaç atıp karaya çıkarak ayaklarımı toprağa yani yaşamı uzatıp dokundurdum. O gün bugündür suya düşmedim.
‘KARDEŞİMİN KAYBI, GÖVDEMİ İKİYE BÖLEN BİR ACIYDI’
30 yıl çok uzun bir süre. Bu süre zarfında kaybettiklerin peki?.. Daha önce konuşmuştuk, 19 Aralık 2000’de Ümraniye Özel Tip Cezaevi’ndeydin. “Hayata dönüş” adı altında çok sayıda ilerici devrimci insanı hayattan kopardılar. Kısacası mahpusluğun yaşadığın o uzun yolda sende iz bırakan, unutamadığın yaşanmışlıklar nelerdi?
Toplamda büyük acılar var bütün bu zamanın bende bıraktığı izleri sayarsam. Büyük, derin, uzun ve şiddetli acılar. Hem kişisel hem de genel acılar… Bunların insana yansıma biçimleri, bireylerin bunu karşılama biçimleri.
Kişi olarak pek çok yakınımı kaybettim. Kardeşimi, ninelerimi, amcamı, dayılarımı, kuzenlerimi… Hiç birinin cenazesine katılamadım. Bu kayıplar acıyı asla güvenilmeyeceğinin şiddetli birer kanıtıydı.
Acıdan ve ölümden kaçınmak mümkün değil, mutlu olmak ise en zoru. İşte bu arada ben olgunlaştım sanırım. Hele kardeşimin kaybı, gövdemi ikiye bölen bir acıydı ki sıcaklığını hâlâ koruyor.
‘ZAMAN VE YAŞADIKLARIM BANA ÖĞRETTİ’
Bunca yüklü acılarla hayata tutunmak nasıl oldu?
Burada cezaevindeki mutluluktan bahsedeyim. Seyreltilmiş ve çok az görülen bir şeydi mutluluk. Yine de vardı. Hafifti, azdı ve bu yüzden hızla uçup gidiyordu.
Neredeyse “kurgulanan bir mutluluktu” diyeceğim ama bu bile yaşanılası bir duyguydu. Zira şimdiki zamanın kişinin önüne koyduklarına katlanmak ve umutlu bir gelecek tahayyülünün devamı için, mutluluk ve sevinçler hep diri tutulmalıydı.
Kişiye direnme azmi veren gerekçeler, geçmişten, geçmişin acılarından kaynaklanır. Ama mutluluk ihtimalinin kalıcı hale gelmesinin, gelecekte mümkün olduğunu bilmek, o anın sunduğu imkanlardan yararlanmayı teşvik eder.
Mutluluğa az biraz talim etmenin, direnç noktaları oluşturmada küçümsenmeyecek bir gücü var. Zaman ve yaşadıklarım bana bunu öğretti.
‘ŞİİR YAZMAK YAŞADIĞIM BÜYÜK HAKSIZLIĞI KABUL ETMEMENİN YOLUYDU’
Genç yaşta cezaevine kapatılmışsın. Dışarının o canlı, o hayat dolu ortamından koparılmışsın. Geleceğini karartan büyük bir haksızlığa uğraşmışsın. Zaman da insana hitap etmiyor. Her şey aleyhine. Ama insansın, kendini var etmek, unutulmamak, haksızlığa tepki göstermek istiyorsun ve şiiri seçiyorsun. Ama öncesi de yok, şiirlerini okudum, yasakçı, yok sayıcı, öğütücü, “taş” ortamında ortaya çıkan bu başarının hikayesini dinlemek isterim.
Cezaevinin bu taş ortamında şiir yazmak maça bir sıfır geride başlamayı kabul etmek anlamına geliyor. Bunu bilerek işe giriştim aslında.
Zira başlangıçta, şiir yolunda tam olarak nereye gidebileceğimi, ne kadar mesafe alabileceğimi kestiremesem de kötülüğe karşı durmanın en ince fikrinin şiirden geçtiğini sezmiştim bilgiden çok sezgi demenin daha doğru olacağını söylemeliyim.
Çokça acemilik, çokça yalnızlık yaşadım ve ne yapacağımı bilmemekten doğan el yordamıyla, deneye yanıla yürüdüm ve giderek yürüyüşüme hız, dizilerime akışkan bir güç ve özgürlük kattığını gördüm.
Şiir yazmanın duygulara değen bir yönü olsa da esas olanın çalışma azmi, hayal gücü ve yetenek olduğuna inanırım. Bu zor ve öğütücü şartlarda, bunu bilerek çok çalıştım ve şiirde ısrar ettim.
Cezaevinin dayattığı düşünme ve duyuş biçimine, yani monotonluğa, atalet ve renksizliğe bir karşı söz biçiminde şiirimi, lirizmin kişinin duygu ve yaşadıklarına engel koymayan akışkan imkanını deneyerek, dışarıda olmaya çabalayacak şekilde kurdum başlangıçta. İmge ve anlatım gücüne başvurmak hemen sonra paralel şekilde gelişti.
Şiir yazmak, mahpusluk ve yaşadığım büyük haksızlığı kabul etmemenin yaratıcı yoluydu. Belki de adaletsizliğin ruhuma çökmeye çalışan karanlığını def etmeye çalışırken, hislerimi ve düşüncelerimi yüksek sesle söyleme biçimiydi.
Dolayısıyla, şunu açıklıkla belirtebilirim; şiir ve şiirsel yaratıcılık, yargı eliyle yaşatılan ve ömrümün çoğunu cezaevinde geçirmeme sebep büyük kötülüğe, kişisel bir cevap olurken, diğer yandan genel resmin deşifre edilmesi anlamını da taşıyor.
En nihayetinde yaratma arzusu dediğimiz şey, mevcut düşünme biçimleri ile kabul ölçülerini olduğu kadar, bu düşünme ve kabul ölçülerini tahkim eden hiyerarşileri reddetmek demek oluyor.
Bununla birlikte, beni şair ve yazar yapan temel motivasyonum, yaratma arzusuyla birlikte, cezaevinin kişilikten yoksun ve tekrarı öneren yaşamına alışmamak; tutkuyla bağlı olduğum dışarıdaki akışkan ve gazi hayatı, bu haksızlık girdabında unutmayarak, kendime hatırlatma istemi oldu.
Başlangıçta durum buydu.
Oysa bir sorun vardı, şiiri hakkıyla bilmiyordum. Yazmaya neredeyse sıfırdan başlamam gerekti. Bilen bir gözün önerilerinden uzak bir şekilde.
İfade ettiğim gibi, deneye yanıla yazmaya giriştim. Çok okudum, çok yazdım ve nihayet bir süre sonra hayal gücüm ve yeteneğim ısrarıma destek vermeyi kabul edince, belli bir yol aldığımı gördüm. Şiire çalışmayı böyle böyle daha disiplinli ve sisteme kavuşmuş bir düzeye çıkardım.
Başlangıçta elimde inattan başka bir şey yoktu. Sonra okuya-yaza ısrarla hislerimi ve düşüncelerimi şiirden yana bileyerek bir açıklığa vardım ve şiir beni kabul etti.
Şiir yazmak, şiir düşünmek, şiirin zaman ve mekanında dolaşmak, şiirin yarattığı kavrayıcı bilinç, mensur eserleri yazarken düşüncemi ve dilimdeki kıvraklığı incelikle besledi, bugüne böyle vardım. Yazarlığım şairlikten neşet etti.
Belli ki, bilinen diğer ifade araç ve biçimleri, tek başına bana yetmediği için şiiri seçtim. Gerçeği söylemenin bilinen kimi farklı yolları var. Ama şiir hepsinden daha sahih olmalı ki yıllardır sesini duyuruyor.
Şiir ve edebiyatı bunca kararlı savunmam, bunun açtığı patikada ısrarla yürümenin bir diğer sebebi de, beni herkes olmaktan kurtararak, özgün bir kimlik verme kapasitelerinde aranmalı.
Belki de şiir yazmaya başlarken, asıl yönelimim budur. Kendi olmak, bu alemde varlığıma somutluk ve kalıcılık sağlamak yazdıklarımla bilinmek isteğidir.
Söylemesem olmaz; bana yaşatılan haksızlıklara dair şiir ve edebiyatla söz söyleyerek, muktedirden intikam alıyorum zannımca.
Beni haksızca hapsettiniz ama yaza yaza, varlığımı duyura duyura bu affedilmez kötülüğünüzü dünyaya duyuruyor, tarihe kaydediyorum.
Muktedirlerin yaptığı kötülüğü böyle somut ve kalıcı deşifresi ancak sanat ile mümkün. Zira kötülük, asla sanattan ve iyilikten daha büyük olamaz!
Söyleşinin tamamı…