Çocukluğumun hatırası mahallenin en güzeli, sarışın kızı Suna. Annesi doktor, babası avukat olan arkadaşım her yıl doğum gününü kutlar. Biz o zamanlar burjuva kültürüne yabancı olduğumuzdan kürdan ile atıştırmalık olarak sunulan kanepenin başka bir anlamı da olduğunu bu kutlamalarda öğrenirdik. Kolejlerin şimdiki gibi rant uğruna eğitimi baltalamadığı yıllarda mahallemizin en yakın okuluna kaydolurduk.
Suna ve kardeşi özel bir kolejde okudular. Aynı saatlerde evden çıktığımızdan iki kardeşi babalarının arabayla okula götürdüğüne şahit olurduk. Ağabeyim, ben ve ablam birbirimize sataşarak güle oynaya okula yürürken, Suna ve kardeşi arabalarının arka koltuğunda emniyet kemerlerini takmış uslu çocuklar olarak koleje giderlerdi. Suna ve ailesi oldukça mütevazi ailelerdendi. Fakat toplum olarak doktor hanım ve avukat bey olarak adlandırıldığından onlara pek yakın durmaz, sadece acil işimiz düştüğünde kapılarını tıklatırdık.
Ben, toplum tarafından dayatılan “sınıf farkını” bilmiyor olmanın etkisiyle olsa gerek arkadaşımın evine gider gelirdim. Ama anne ve babasının yoğun mesai saatlerinden dolayı Suna benim ona gittiğimden daha çok bize gelirdi. Derslerimizi beraber yapar sonrasında sokakta oyunlar oynardık.
Büyüdük ve arkadaşlığımızın üstünden uzun yıllar geçti. Ben Türkiye’den ayrılana kadar ailem aynı apartmanda oturmaya devam etti. Suna ve ailesi daha iyi bir eve taşındı. Suna özel bir üniversiteyi kazandı. Bu sırada rahmetli babam, ablam ve bana aynı anda iki çocuğunu dershaneye göndermeyeceğini söylüyordu. Önce ablam dershaneye kaydolacaktı. Babam hastaydı, çalışamıyordu. Bense çalışıp dershane ücreti biriktirecektim… Suna’yla hayatlarımız çok farklıydı.
Suna üniversite döneminde ünlü bir Kürt sanatçı ile görüşmeye başladı. Birbirlerini sevmişler, iş evlenme aşamasına kadar gelmişti. Suna durumu ailesine anlattığında bir Kürt ile evlenemeyeceğini söyleyen anne ve babasından dolayı sevdiğinden ayrıldı. Amerika’da yaşama hayali olan Suna, eğitim için gittiğinde dinine tam bağlı Katolik bir Hristiyan ile evlendi. Türkiye’ye geldikçe görüştüğümüz canım arkadaşım evli, mutlu, çocuklu.
Ayrılmak zorunda kaldığı sanatçı olan eski arkadaşı da evlendi. Herkes kendi yolunda hayatına devam etti. 90’larda öyle bir anti-Kürt propagandası vardı ki genellemenin ve önyargının ayrıştırıcı etkisiyle büyüdük.
Ezilmiş kültürün çocukları toplumda entelektüel birikimleriyle bir yerlere gelseler de ötekileştirmenin önüne geçemediler, bundan etkilendiler ve bedel ödediler.
Sahnesi olmayan bir oyundan ibaret hayat elbette bir Türk filmi tadında devam etmiyor. Kendini sosyal demokrat olarak tanımlayıp bir de saygı gören elitler de aynı önyargı içeren zihniyete sahipti o günlerde.
Türkiye’nin fikir işçilerinden, fildişi kulenin ebedi sakinlerini tenkit eden, daha da önemlisi Türk aydınının batılılaşma çabası içerisinde ne kadar zavallı, acınası bir duruma düştüğünü eserlerinde anlatan düşünür Cemil Meriç bu durumu, “Burjuvazi yaptıklarını anlamak, yapacaklarını ise programa bağlamak istiyor. Her asırda bir kaç kişi düşünür, gerisi düşünülenleri düşünür sadece” şeklinde ifade ediyor.
Bilinçaltında yer edinmiş aşağılayıcı, ötekileştirici, ikinci sınıf insan muamelesi olarak kullanılan ırkçılık insanlığın yüz karasıdır. Hiçbir etnik köken, dil, din, ırk, renk, kültür bir diğerinden üstün veya ayrıcalıklı değildir.
Onca yıl geçti. Kanıksadık. Sessiz kaldık. Her şey güzel oldu mu? Türkiye’de ne değişti? Her dudakta aynı rezil şikâyet: Bu memlekette yaşanmaz! Neden? İnsanlara vatanlarını “yaşanmaz” kılanlar kim?
Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, insanından, yani kendilerinden şikâyetçi. Adalet emir kulu, siyaset -muhalefeti de içinde- kokuşmuş bir çöplük, çarşı pazar sömürülmeye açık bir meta; geçinmek, tutunmak, ailecek huzurla kendi yağında kavrulup gitmek hayal, özgürce kendini ifade edebilme ütopya…
Yıl 2020, bir Kürt’le Türk’ün evlenmesi hala büyük dert! İsteyen istediğiyle evlenir, arkadaş olur, anlaşır-anlaşamaz bu kimseyi bağlamaz söylemi de sözde kaldı ve çöpe döndü.
Daha ne verelim abime, toplumu ayrıştırmak için?