Çocukluğumda sihirbaz gösterilerine bayılırdım. Sahneye çıkan ve kimi eşyaları kaybeden, yardımcısını ikiye bölen sihirbazları,şövalyelerin yardımcısı büyücülere benzetirdim. O illüzyon gösterileri sonrası dünyada büyü olduğuna inanır ve ona göre hikayeler uydururdum.
Sanırım 8 ya da 9 yaşında ilk sihirbazlık setimi almıştı annem ile babam. Birkaç yıl içinde sihrin gerçek olmadığını, bütün işin el çabukluğu, kimi teknik hazırlıklar ve izleyiciyi arada başka yere baktırmayı başarmakta yattığını öğrendim.
Çocukluğunda sihrin olmadığını, büyülü numaraların genelde zekice kurgulanmış gösteriler olduğunu anlamanın hayatta kimi yararları oluyor. Bunlardan biri de esasında gizlenmek istenen bir konu olduğunda, onun uzak bir noktada kalması için verilen uğraşı fark etmek.
9 yıl önce ortaya “çılgın proje”, “Erdoğan’ın en büyük eseri”, “inanılmaz bir fikir” gibi oldukça renkli pazarlama cümleleriyle tanıtılan Kanal İstanbul Projesi yakında başlayacak gibi görünüyor. Pek çok yerde yazıldığı gibi bu projenin oldukça fazla sorunu var. Benzer uyarılar, nedense hala isim bulunamayan, İstanbul’daki yeni havalimanı içinde yapılmıştı. O uyarıların ne kadar haklı olduğu da görülüyor.
Kanal İstanbul üzerine ne zaman tartışmalar başlayacak gibi olsa hızlıca başka bir konu gündemin ilk sıralarına geçiyor. Bu noktada hükümete ülkede pek çok konunun çarpık olması ve ellerindeki basın gücü yardım ediyor.
Şu sıralar gündemin ana maddesi olan İstanbul Sözleşmesi ve kadına şiddet konusunun çok da AK Parti için önemli olduğunu sanmıyorum. Onlar, tartışmaların devam etmesini Kanal İstanbul’u gündeme getirmemek için bir perdeleme olarak görüyor. Tıpkı sihirbazların numaralarını yaparken arada izleyicinin dikkatini başka yere çekmesi gibi.
Türkiye’de kadına şiddetin cezalandırılmaması, 6284 sayılı yasanın tam anlamıyla uygulanmaması büyük bir sorun. Hukukun ataerkil bakış açısı, kolluk kuvvetlerinin tutumu ve hükümetin bu durumdan memnun olması problemin büyüklüğünün başlıca göstergesi.
Ne var ki Tayyip Erdoğan’ı yıllardır izleyen herkesin bildiği bir gerçek var, o da kendisinin söylediği ve tabanından fazla tepki almayan her düşüncesini zaman içinde gerçekleştirdiği.
Mesela “İnternetime Dokunma” protestoları vardı ama sonunda internet yasaklamaları geldi hatta iş sosyal medyaya kadar ilerledi.
Tüm ülkeye yayılan, Türkiye’nin en büyük protestosu olan Gezi Parkı eylemleri sonrasında da Taksim’de istenen değişikliklerin pek büyük bölümü gerçekleşti.
Parlamenter sistemin ülkenin geleceği için ne derece önemli olduğu anlatıldığı halde şu an ülkeyi batağa götürülen partili başkanlık sistemi geldi.
Bu örnekler bile Erdoğan’ın karar verdiği zaman, sabırla o kararı gerçekleştirecek planları hayata geçirdiğini göstermeye yeter. Tayyip Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak isterse protestoları pek de dinlemez ve çıkar. Kalmak isterse de tabanın çok da itiraz etmeyeceği bir iki konuşma ile bunu düzeltir.
Oğlu ve kızının farklı görüşleri olması, kimi AKP’li yazarların anlaşmadan çıkılmasını kimilerinin İstanbul Sözleşmesi’ndekalınmasını istemesi de çok önem arz etmez. Bu, sadece konunun gündemde kalmasına yardımcı olur.
Eğer iktidar gerçekten kadın haklarına saygılı olsa, İstanbul Sözleşmesi olsun olmasın ülkedeki bütün savcı ve yargıçlar, kolluk kuvvetleri buna göre davranışlarını değiştirir. Hükümetin kadınlara ve kadın haklarına bakışı sebebiyle, pek çok hakim hapiste tutulması gereken sanıkları, adli kontrol şartıyla serbest bırakıyor.
Kanal İstanbul konusuna geri dönersek, 2011 yılında Erdoğan, “Kanal İstanbul geçeceği güzergahı ben ve çok yakın çevremdeki insanlar biliyor” demişti. Normal bir hukuk devletinde yaşansa bu söz sonrası, o güzergah üzerindeki her arazi işlemi iyice incelenir ve Erdoğan ile bağlantısı olan kişilerin arazi alımları iptal edilirdi.
Oysa biz bu süreçte hükümete yakın müteahhitlerin, bakanların ve yakında Türkiye’nin tamamını satın alması beklenen Katar Kraliyet Ailesi’nin toprak alımları yaptığını öğrendik. Sadece toprak alımı ile kalmamış bu iş, kimi yerlerde arazi ile ilgili imar değişikliklerine de gidilmiş.
Bu noktada aklıma Erdoğan’ın yakın çevresinin kimler olduğu sorusu takılıyor.
Bunun dışında Katar Şeyhi’nin hibe ettiği uçağın acaba bir güzergah bilgisine karşı mı verildiği gibi bir soruyu da kendime soruyorum. Sonuçta, Katar Emiri’nin annesinin aldığı 44 dönümlük arazi konusunda verilen bilgi karşılığında bir uçak nedir ki!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarını düzeltip halka yeniden açıklamakla görevli Fahrettin Altun’un durumu ise ayrı bir konu. Malum kendisi 9 yıl önce Erdoğan’ın yakın çevresi içinde değildi. Sonrasında oldukça hızlı basamakları tırmanmış olsa da bu esnada araziler kapış kapış gitmişti. Acaba son yıllarda kalan arazilerden hiç aldı mı veya fazla arazi almış biri ona satış yaptı mı?
Doğal olarak bu sorunun cevabı da Katar Şeyhi’nin uçak hediyesi gibi bir zaman öğrenilemeyecek.
Biz yine de soruları sormaya ve hakkımız olanın tamamını istemeye devam edelim. Başta da kanunların ve İstanbul Sözleşmesi’nin gerektirdiği gibi kadına her türlü şiddete karşı en ağır cezanın verilmesini, denetimli serbestlik ile zanlının salıverilmemesini…
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Gazete Davul’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.