“Düşmanını savunabilmek bir avukat için inanılmaz bir onurdur” demişti bir söyleşide, efsane avukat Jacques Verges. Herkesin hukuktan bahsettiği ve herkesin farklı farklı şeylerden bahseder gibi davrandığı; bu durumu algılayamayan hukukun şaşkın gözlerle bir yerlerden bizi seyrettiğine ve kim olduğunu unutmamak için sürekli aynaya bakmak zorunda kaldığına inandığım bu tuhaf zamanlarda, bu sözü aklımdan bir an olsun çıkarmamaya çalışıyorum.
Üç yıldan fazla bir zamandır, akıl almaz bir hukuksuzlukla hapiste olan sevgili meslektaşım ve dostum Selçuk Kozağaçlı’nın tavsiyesiyle henüz okuyup bitirdiğim, İngiliz avukat William Clegg QC’nin, İngiliz yargı sistemini avukatlık mesleği ekseninde anlattığı “Kraliçenin Avukatı” adlı kitabında, avukatların, sıra kendilerine geldiğinde yönlendirilen davayı almak zorunda olması, müvekkili reddememesi üstüne kurulu olan “taksi sırası “ uygulamasından behsediyor.
Her iki avukatın anlatılarındaki meselenin özü; herkesin adil yargılanma hakkının eşit şekilde güvenceye alınmasıdır, bu kadar basit. Herkesin mümkün olan en iyi şekilde savunulmaya hakkı vardır ve avukatın müvekkili ile kişisel tercihler ötesinde bir mesleki ilişki kurması da bunun temelini oluşturur. Mesleki duygudaşım Verges bunu müthiş ve bence edebi bir zarafetle bir adım daha ileriye götürerek ifade etmiş elbette, ”Güzellik, estetik dava salonunun kapısındadır. Güzelliği kapıdan içeriye koymak, avukatın görevidir” diyen Verges için daha azı da düşünülemezdi.
Sevdası “bir başka”, derdi nazı her koşulda çekilir memleketimde ise; “savunma hakkı kutsaldır” cümlesinin “savunma hakkı benim gibi düşünenler için kutsaldır” haline hayasızca dönüştürülmesinin çok tehlikeli bir kısırdöngüye ve kör bir karanlığa yol açtığını her gün en baştan tecrübe ettiğimiz bu günlerde, avukatlık mesleği de başka bir anlam kazanıyor. Her akşam hafızasını yitiren kadını, ertesi gün kendine yeniden aşık etmeye çalışan film kahramanı gibiyiz; o akşam alınacak ve sonrasında unutulacak bir öpücük için yapmak zorunda kaldığımız her şey, sadece gerçek aşka dair olabilir ve insanın kendi varlığına,tüm insanlığa, en nihayetinde içinde yaşadığı topluma duyabileceği en gerçek aşk da, bence hak mücadelesinde asla umutsuzluğa düşmeden ama mutsuzluğunun gayet farkında olarak dövüşmeye devam etmektir. Çoğu zaman platonik bir aşk olsa da bu; en zorlu ama romanlara en layık olan tam bu değil midir?
Hiç bir zaman gerçek bir yargıya sahip olamamış çünkü bir türlü herkes için eşit hukuk istemeyi aklına dahi getirmemiş bir toplum olarak, sadece kendi eteği alev aldığında yangın ihtimalini kavrayanların ve zamanı gücü ellerinde tuttukları anda donmuş zannedenlerin fantastik dünyasında avukatlık yapmak gerçek bir maceradır; ister aşk deyin ister delilik- ki aralarında fark var mı bilmiyorum- her durumda heyecan verici olduğu ortada.
Delilsiz, dayanaksız iddianameler, açıklanamaz tutuklamalar, usul kurallarını yok sayan duruşmalar, hukuka dair öğrendiğiniz her şeyin alt üst olduğu yargıla/ya/ma/malar arasında debelenirken, aklınızdan asla çıkarmamanız gereken tek şey, vicdanınızın anahtarının elinizde olduğundan emin olmadan tek bir nefes bile almamanız gerektiği.
Dostlarınıza yapılan haksızlıkların yarattığı öfkenin, düşmanınız için adalet istemenin onurunu gölgelemesine izin vermeden; hatta haklarını savunmamayı bir an dahi aklınıza getirmediklerinizin, sizin ve dostlarınızın uğradığı haksızlıklarda payı olduğunu göre göre, bu ahlaksızlığın gerçek bir hak mücadelesinin peşinde koşma iştahınızı yok etmesine engel olmak adına, nefsinizi terbiye etmek için kendi açtığınız kırbaç yaralarına tuz basmayı göze alarak yapamayacaksanız bu mesleği, hakkıyla yapamayacağınızı bilmelisiniz.
Büyük laflar mı bunlar? Evet. Kolay mı yapmak? Hayır. Ama hukukçunun payına düşen “entelektüel ahlak” tam da bu; söylemesi de yapması da zor, kabul ediyorum.
Son günlerde bir kez daha alevlenen “yargıda reform” tartışmalarını ve siyasetçilerin, siyasetin mevcut doğası gereği durmadan değiştirdikleri fikirlerini alışılmış bir sükunetle takip etmeyi bir nebze becerebiliyorsam da, özellikle kendilerini demokrat, hak savunucusu olarak tanımlayan bazı isimlerin bu tartışmalarda durdukları yerden yükselen kokuya tahammül edebildiğim söylenemez. Bu anlamda, zamanı geldiğinde yaşanacaklar, tarihin yazdıklarıyla tarihi yazanlar arasındaki farkın üstünde oynayabileceğimiz bir oyun nihayetinde; toplumsal yüzleşmelerin en zoru ama en keyifli ve gereklisinin, sahteliklerle hesaplaşmanın, ancak bir tür şehvetle açıklanabilecek duygusunun kurallarını belirlediği bir oyun. O gün nasılsa gelir, biz de seve seve oynarız.
Ancak pratik anlamda daha vahim ve tahammül etmeye gerek olmayan; kürsünün çeşitli taraflarındaki bazı meslektaşlarımın, insanların zamanlarından ya da itibarlarından ve hatta bizzat hayatlarından çaldıkları şeyin nelere mal olduğunu umursamayışları, aksini göze alamayışları ya da bundan zevk aldıklarından şüphelendiğim hoyratlıkları.
Her keyfi tutuklama kararının, yazılan her delilsiz, mesnetsiz iddianamenin, ötekileştirilen her savunmanın ve verilen her hukuksuz ve kanunsuz hükmün cehennemin kapılarını ardına kadar açtığını fark etmemek mümkün değildir oysa; kurbanların ve cellatların sürekli yer değiştiriyor olduğunu görmemek de. İşte bununla baş edebilmek bir oyun değil , toplumsal hafızanın hukukçular açısından zayıflığına dair acil olarak sorgulanması, sonlandırılması gereken bir trajedi.
Yine Jacques Verges, “Savunma Saldırıyor” adlı kitabında diyor ki;
“Kimsiniz? Neyi temsil ediyorsunuz? Nedir tarihteki varlık nedeniniz? diye soruyordu 1925’de komünist sanık Rakosi, naip Horthy’nin yargıçlarına. Bunlar, yargıçların, savcıların ve sanıkların her davanın eşiğinde kendi kendilerine sormaları gereken sorulardır.”
Günümüzde yargı alanında yaşananlarda, her hukukçunun yaptıkları ya da yapmadıklarıyla pay sahibi olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Henüz formunu bulamamış bir yargının reform düşlerine dalmadan, bu trajediyi nasıl sonlandıracağımız ancak bu soruları ve daha fazlasını sormakla anlaşılacak.
Bu soruları sormaya cesareti, yanıtlar aramaya sabrı ve gücü yetmeyenleri anlamak ve affetmek bir gün mümkün olacak mı bilmiyorum. Belki. Ama ben, korkaklığın ya da güçsüzlüğün arkasına saklanmış ahlaksızlığı affetmeyeceğimi biliyorum; gerektiğinde onları savunmanın onurundan vazgeçmeyeceğimden emin olduğum kadar.
Sayın Çiğdem Tunç entellektüel ahlak olsaydı ,avukatlar işini yapardı ama hukuk bağımsız olmadığından savunma işini yapamıyor.Hsklı ve haksız birbirine karıştı.Yargı bağımsız değil atanan hakim ve savcılar hür iradeleri ile mi karar veriyor hayır.Adaletin terazisi eğri değil kopmuş saygılarımla.Cok güzel bir yazı okudum.