Bakıyorsunuz adam ya da madam katıksız ırkçı, daha hafif bir deyişle söyleyelim milliyetçi veya ulusalcı, bazıları işin içine tuhaf bir “solculuk” da katıyorlar ve “ulusolcu” oluyorlar.
Bunlar meydanı boş bulduklarında veya misal devletin “terör” gerekçesiyle düzenlediği bir operasyon milliyetçi duyguları galeyana getirmişken, “asalım, keselim, vuralım, kıralım, oradan girelim buradan çıkalım” tadında esip gürlüyorlar.
Halkı bir “cahil güruh” görmek, daha “afili” bir deyişle “yığın” veya Mustafa Kemal’in ünlü sözündeki (“Biz imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz”) gibi güdülecek bir “kitle” görmek, ortak “hassasiyetleri.” Hazzetmedikleri “halk tabakasından” bir tepki ile karşılaştıkları zaman şirazeleri şaşıyor. “Ne günlere kaldık” diye üzüntülere gark oluyorlar.
Gayet çeşitli ideolojik, siyasi kisveleri var; sağcısı, sözüm ona solcusu, dincisi, cemaatçisi, tarikatçısı, “Batı” deyince yağları eriyen modernist olanı, popülist ve halk dalkavuğu, solcu olmak kesmeyince “komünist” olanı bile var.
Bu “çeşitli” bileşimin takındığı kisveler “Kürt” deyince aynı anda anlamını, önemini kaybediyor ve derhal “birlik-beraberlik” bayrağı altında Türklük ve devlet savunmasına geçen bir “kitle” haline geliyorlar.
Kürt sorunu şaşmaz bir turnusol kağıdı işlevi görüyor.
Bunların AKP muhalifi olanlarının çoğunun muhalefetinin özünde de kapısında beslenmeye alıştıkları devletten yüz bulamıyor oluşları var. Ne bağımsız, ilkeli bir duruşları var ve ne de demokrasi, hak, hukuk, adalet, eşit yurttaşlık sorunları gerçek manada umurlarında. Dertleri devletin demokratikleştirilmesi değil, “kendi” devletleri olması. Bu “derin” hasret büyüdükçe çoğu zaman hırçınlaşıyorlar.
Kürtler, Aleviler, bunların gözünde AKP’ye karşı ayaklanırlarsa bir anlam ifade ediyor. Ayaklansınlar ama kendileri için hak, hukuk, demokrasi filan da istemesinler. Mümkünse siyaset de yapmasınlar, okumasınlar, yazmasınlar, çizmesinler; kendi siyasetlerine figüran olsunlar, onların yazılarını, kitaplarını okusunlar, beğensinler; yeter.
Bazen Işıl Özgentürk örneğindeki gibi kalemleri sürçüp de durduk yere ırkçılıkları teşhir olduğunda gösterdikleri refleks de hayli ilginç. Özür dilemek erdeminden yoksun oldukları için bildikleri en iyi işi yapıp demagojiye sığınıyor, totoloji yapıyorlar.
Son yazısında “Görülmemiş bir sosyal medya linçi yaşıyorum” diyen Işıl Hanım, mümkündür ki sosyal medyada “linçe” maruz kalan tek kişinin kendisi olduğunu sanıyor. Dünya onun etrafında dönmüyor oysa.
Geçmeden belirteyim ki, hiç kimseye karşı küfür, hakaret, tehdit niteliğindeki tepkileri tasvip etmem. Bu tür bir yaklaşımın sahipleri, kime “karşı” veya kimden “yana” görünüyor olurlarsa olsunlar, alçak ve zavallı trollerdir. Ama bu hanımefendinin tepki ve eleştirilerin tamamını “sosyal medya linçi” olarak nitelendirmesi de haksızlık.
Söz konusu yazısında asıl ilginç bulduğum ise Mehmet Ali Aybar’lı, Behice Boran’lı evveliyatını hatırlatıp, “Bakın ben solcuyum” demeye getirmesi. Bununla da yetinmeyip bazı Kürt kadın siyasetçilerin adını anarak Kürt kadınlarıyla çekilmiş bir fotoğraf eşliğinde “Kürtlerin dostuyum” imajı vermesi. “Dostun attığı gül yaralar beni” diyerek sitem etmekten de geri durmamış tabii. (Yazı burada: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/isil-ozgenturk/ille-dostun-tek-bir-gulu-yaralar-beni-1763795 )
Hayallah! Demek ki elit ve aydın olduğu kadar hassas da bir hanımefendi. Yaralanmış. Üzülmüş.
Kürtlerin, Kürt kadınlarının da hassasiyetleri var; ama onlar alışkın olmalılar ırkçılığa, ayrımcılığa; görmezden, duymazdan, okumazdan gelselerdi keşke. Öyle mi?
Hemen vurgulamalıyım ki benim meselem Işıl Hanımla değil. Neden onunla bir “meselem” olsun ki? Ben daha çok bir zihniyetin dışavurumuna örnek teşkil etmesiyle ilgiliyim.
Tartışma yaratan yazısı vesilesiyle eski yazılarına da bakındım biraz ve maalesef Kürtlerin hakkı, hukuku, talepleriyle ilgili “porno” yazısı kadar açık, net mesajlar verdiği bir yazısına rastlamadım. Mardin’de beyaz tülbentli barış anneleriyle halay çekerken görüntü verdiği bir fotoğrafı var ama onların mücadele ettiği “barış” ile ilgili ne düşündüğünü, ne savunduğunu bilmiyoruz… (Ama Kürt kızlarıyla ilgili hissiyatını yazdığı için biliyoruz; “Ya dağa çıkıyorlar ya da asker, bürokrat birine varma hayaliyle yaşıyorlar.”)
Nedense aklıma geldi… Kendisini milliyetçi, ulusalcı, ülkücü, Perinçekçi vs olarak tanımlayan birinden duymuşluğunuz var mıdır; “Benim askerde en yakın arkadaşım Hakkarili bir Kürt’tü.”
Bu, duruma göre “Benim en iyi komşum Tuncelili bir Aleviydi” şekli de alabiliyor.
Bu, “Ya aslında Ermeniler de insan yani” demek gibi bir şey.
Esas mesele “dostunuz”, “komşunuz”, “tanıdığınız” olan, “Onlar da insan neticede” dediğiniz Kürtlerle, Alevilerle ilgili sorunlarda takındığınız tavır.
Misal “ana dilde eğitim” deyince tüyleriniz diken diken oluyorsa…
“Rojava” deyince “Afrin yetmez, Kamışlıyo da girelim” diyorsanız…
“Kürdistan” deyince, “Orası neresi ulan!” diye celalleniyorsanız…
“Dersim” deyince, “Fena mı oldu yani? En aydın şehrimiz” diyorsanız…
Alevilerin sorunlarının tarihini AKP ile başlatıyorsanız…
Pardon ama siz kim “dostun” attığı gülden yaralanan Pir Sultan kim?
Dost dediğin, derdinle dertlenen, sevincinle sevinen, acınla acıyan, varlığına değer veren değilse “dost” mudur, yoksa “dost” olmak onun “kullanışlı” kisvelerinden biri midir sadece?
Madem söz Pir Sultan’a geldi. Onun “kulağa küpe” edilmesi gereken sözlerindendir:
“Eğri hacet ile metah dokunmaz…Üstat isen endazeni derk eyle…”
Sağlıcakla…