Beşiktaş ilçesinde bulunan mahallemiz bir çok etnik kültürün huzurla yaşadığı bir özelliğe sahipti. 15 haneli, ismi Huzur olan apartmanımızda 5 numarada ikamet eden mühendis Orhan amcalar Milliyet gazetesi okur, 9 numaradaki avukat Cem amcalar Hürriyet gazetesi okurdu. Kapıya kadar gelen sıcak ekmek hep gazetelerle servis edilir, kapı çalındığında içeriye buram buram kağıt ve ekmek kokusu yayılırdı.
Bizim eve birçok gazetenin girdiğine şahit olmuştum. Abonelikten dolayı Türkiye gazetesi aralıksız eve giren tek gazeteydi. O dönem kupon ile ansiklopedi aldığımız için belli periyotlarla aldığımız gazeteler de isim değişikliğine uğruyordu.
Değişmeyen tek şey ise 29 Ekim geldiğinde evimize giren Atatürk posteri oluyordu. Tüm gazeteler bayrak ve poster eki veriyordu.
Artin usta, babamın arkadaşı, yakın çevremizdeki marketlerin toptancısıydı. Marketlere kamyonu ile bakliyat getirir, babamın tamirci dükkanına uğramadan gitmezdi. Babamın dükkanı evimize yakın olduğundan, Artin amca ne vakit gelse haberim olurdu. Çünkü onun gelişiyle esnaf dükkanımızda güveç yapılırdı. Malzemelerin evden taşınma işlemini evin küçük kızı olarak ben üstleniyordum. Artin amca kır saçlı, geniş omuzlu ve koca göbekliydi. Konuşmaya başladığında aksanındaki kırıklık sebebiyle bakakalırdım. Babamın şaşkınlığımı izlediği ve gülümseyerek göz göze geldiğimiz o anlardan biri de 29 Ekim’de gerçekleşmişti.
Artin amca kamyonun arkasına kocaman bir Türk bayrağı asmıştı. Babam ise bir önceki akşamdan bayrağımızı evimizin en görünen camına asardı… Bir de o günlere dair Bulgar göçmeni olan Aysel teyzeyi hatırlıyorum. Ne güzel kadındı. Her akşam arkadaşım Kenan’a camdan bağırır, ‘A be Kenan akşam olmayacak mı, eve gelmeyecek misin?’ der tatlı tatlı kızardı. 29 Ekim günü onların da camlarında bayrak asılı dururdu.
İlkokulda birinci sevincimiz 29 Ekim’de ders olmaması, ikinci sevincimiz ise merasime katılmak olurdu. Annemizin itina ile ördüğü yakalıklar çoktan kolalanmış, beyaz satenden kurdeleler saçlarımıza takılmış olurdu. Biz de koşarak törene giderdik. Ekim ayı soğuk geçerdi. Müdür bey konuşurken ellerimize tutuşturulan çıtadan çubuklu Türk bayraklarını sallardık. Önce birinci sınıflar şiirlerini okurdu. Çoğu yerde yanlış okumalarına rağmen yine de en çok alkışı sevimli küçükler alırdı. Törenden sonra hastalanıp okula gidemediğim o günleri hiç unutmadım. Televizyon kanalı TRT stadlardan canlı yayın yapardı. Bu sayede devlet yöneticilerini törenlerde izlerdik. Şölen havasında bir gün böyle müşfik bir saadetle geçer giderdi.
İnsanlar eşitlik, özgürlük ve adalet içinde gül gibi yaşar giderdi. Hepimiz Cumhuriyet’in eşit, özgür ve onurlu yurttaşlarıydık. Türkiye’nin bugünkü halini görünce geçmişin bütün olumsuzlukları yaşanılası hoş bir anıya dönüşüyor. Özlem duyduğumuz her şey geçmişte kaldı. Hüzünle, geçim sıkıntısıyla, kimi zaman öfkeyle geçirdiğimiz günleri arar olduk. Güzel anılar fotoğraf albümlerinde ve belleklerimizde toz pembe hayal olarak kaldı.
Şimdilerde Türkiye’nin rejimi değişti. Pembesi gitmiş tozu kalmış ülke ceberut bir anlayışla yönetiliyor.
Cumhuriyet bayramı kutlanan ülkede cumhuriyetimizin ilelebet payidar kalacağını iddia edenler tarafından hamaset nutukları, “ben daha çok vatanseverim” gösterileri, “elalem ne der” çekinceleri, “ne olur ne olmazcıların” şovları, Anıtkabir’de Erdoğan sloganı atan halk tiyatroları ile gün geçiriyorlar.
Türkiye’nin iktidarı ve muhalefeti havanda su döve dursun ülkenin dört bir köşesinde halk, Cumhuriyet Bayramı günü 10 bin insanın daha ihraç edilmesiyle korkutuldu. Yeni rejimin halkı kucaklama, bayram sevinci yaşatma anlayışı bu galiba; korkutmak ve biteviye zulmetmek…
Demokrasisi olmayan ”yeni” cumhuriyet yönetiminde hiçbir gerekçe sunmadan, hukuksuz bir biçimde dört yıl içinde 140 bin kamu personeli ihraç edildi. Binlerce insan aileleriyle birlikte sefalete mahkum edildi.
“Cumhuriyet hükümetinde bütün vatandaşlar eşittir; istibdat (despotluk) hükümetinde de bu böyledir.
Birincisinde insanlar eşittir, çünkü insan her şeydir; ikincisinde insanlar yine eşittir, çünkü insan hiçbir şey değildir.”
Montesquieu’nün dediği gibi her şey bir hiçlikten ibaret artık. Yaşam ve ölüm, sevinçlerimiz, hatıralarımız, yeşermeyen, kurumaya yüz tutan umutlarımız… Her şey bir garip hiçliğin içinde soldu gitti.
İnsanların hiçbir şey olmadığı bir cumhuriyette huzuru bulmanın, umutları yeşertmenin, belki kafi gelmez ama az da olsa acıları dindirmenin yolu demokratik hesaplaşmadan geçer.
Acılar ve yok saymalar üzerine demokrasinin inşa edilmediğine şahit olmuştuk, şimdi de ”zorbalıkla” cumhuriyet olamayacağımızı deneyimlemiş olduk.