Uğur Güney Subaşı
Helga 12 yaşındaydı, kardeşlerinden Hilde 11, Holde 8, Hedda 6, Heide 4 ve ailenin tek erkek çocuğu olan Helmut ise sadece ama sadece 9 yaşındaydı.. İsimlerinin size çağrıştırdıklarından Alman olduklarını kolayca tahmin edebileceğiniz bu talihsiz çocuklar sizin açınızdan hiçbir şey ifade etmiyor olabilirler, ancak gaddarlıkları ve vahşilikleriyle sadece kendi ülkelerini değil, tüm dünyayı “kozalak” gibi hunharca tutuşturarak milyonlarca masum insanın doğrudan ya da dolaylı olarak ölmesine sebep olan zamanın Nazi Almanyası rejiminin Propaganda Bakanlığını üstlenmiş olan Dr. Psikopat Joseph Goebbels ve en az onun kadar faşist ve zalim olan refikası Maria Magdalena Goebbels açısından çok şey ifade ediyorlardı, zira en büyüğü sadece 12 yaşında olan bu küçük çocukların hepsinin öz be öz ebeveynleri Goebbels çiftinin bizatihi kendileriydi!
Ülkelerini perişan eden faşist Nazilere karşı istihdam ettikleri haklı öfkelerini 1945’in yanmış, yıkılmış Berlin’ine kadar yanlarında adeta sürüye sürüye getiren, ancak düşmandan ziyade dinmeyen “intikam” duygularına esir düşerek “barbarlığın” ve “vahşiliğin” o coşkun seline kolayca kapılmaktan da kurtulamayan Kızıl Ordu askerlerinin kuvvetle muhtemeldir ki kendilerine yönelebilecek olası zulmünden çekinen bazı üst düzey Nazi fanatiklerinin başvurduğu en kullanışlı yöntemlerden birisi de “toplu ya da tek tek” olarak kendilerinin ya da yakınlarının hayatlarına bir çırpıda son vermek olurdu.
İşte en küçüğünden en büyüğüne tüm mensuplarıyla Berlin’de ise batmış bir sığınakta toplu halde yok olan Goebbels ailesinin akıbeti de böyle bir intikam ayininin kurbanı olmak istemeyen diğer Nazilerden farklı olmamıştı ve aldıkları siyanür sonucunda tüm aile kısa süre içerisinde can vererek bu acımasız savaşı en azından kendileri açısından sonlandırmışlardı.
Çocuklarının ebeveynliğinden, “utanç ve aşağılanma ile yaşayacaklarına, ölmeleri daha iyidir.” Korkunç düsturuyla onların bir anlamda kaderleri üzerinde rahatça hüküm verebilecek “Tanrıları” pozisyonuna hızla evrilen bazı fanatik ana babaların 1945’in kaotik ve karanlık Berlin’inde kaldığını düşünerek tam da kendime el emeği göz nuru huzur ve güven iklimi tahsis etmişken, ekonomik sıkıntılarla “çaresizliğin mengenesine” göz göre göre sıkışıp kalan Batmanlı Elvan ve Enver çiftinin, üstelik daha 1,5 yaşında olan yavrularını akrabalarına bırakarak bu lanet olası, bu Allah’ın belası olan “cinnet vatan”a el ele, göz göze veda ettikleri haberini okuduğumdan beri tümüyle müteahhidi olduğum o huzur güven iklimimin ne kadar da prefabrik, ne kadar da sanal ve boş olduğunu bir kez daha anlamış oldum ve aldığım her yeni nefesin son nefesim olacağının hayalini bir kez daha kurarak kendi üzerime olanca ağırlığımla yıkıldım.
Yıkıldım, zira adeta 2.Dünya Savaşı’nın o zor koşullarından ışınlanmış böylesine yıkıcı çaresizliklerin ve trajedilerin, hani Türkiye gibi her şeye ve herkese rağmen bu bölgenin lideri olma iddiasındaki kadim bir ülkede giderek daha fazla yaşanıyor olmasını; adeta şu lanet hayatımızın olmazsa olmaz bir parçası haline dönüşmesini ve bu gerçek karşısındaki iflah olmaz çaresizliğimizi bir türlü kabullenemedim, hazmedemedim.
12 yaşındaydı Helga, Hilde 11, Holde 8, Hedda 6, Heide 4 ve ailenin tek erkek çocuğu olan Helmut ise sadece 9. Özellikle savaş tarihine meraklı olanların kolayca fark edebileceği üzere isimlerinin ilk harfleri vasıtasıyla Hitler amcalarına yollanan kutsal mesajın ve sadakatin birer kadersiz kurbanları olarak cennetteki yerlerini çoktan almışlarken, her ne kadar onlarla farklı bir ülkede ve zamanda dünyaya gelmiş olsa da birbirleriyle hemen hemen aynı kadersizliği paylaşan Batmanlı o gariban yavrumuz da bu çilekeş topraklarda ve bu karanlık dönemlerde doğmuş olmasının korkunç diyetini ya da ağır vebalini aynı cennetin bir başka ışıltılı köşesine anasını babasını uğurlayarak ödemiş oldu.
Işıklar, nurlar içerisinde uyusunlar. Çok ama çok üzgünüm.