Haberlere sık sık baktıkça dünyada yaşanan korkunç olaylara karşı duyarsızlaşmak çok yaygın. Peki bunun arkasında nasıl bir psikoloji var ve bu tür olayları “normalleştirmeyi” önlemek için biz ne yapabiliriz?
BBC Future’dan Amanda Ruggeri açıklıyor:
Günümüzde daha önceleri tabu olan bazı konuları konuşmayı normalleştirmeye başladık. Sosyal medyada ve günlük hayatımızda doğum sonrası kadın bedeninin yaşadığı değişimlerden tutun da, iş yerinde ruh sağlığı meselesine kadar pek çok konunun normalleştirilmesi yönünde çağrılar yapılıyor. Amaç, bizim için zararlı hatta tehlikeli olabilecek tabuları yıkmak.
Ancak insanların çoğunlukla farkında olmadığı farklı bir “normalleştirme“ türü de var: Normal olarak göremeyeceğimiz eğilimler, durumlar ve olayları “normalleştirmek”.
Buna “duyarsızlaşma” ya da “uyarana karşı alışkanlık kazanma” da deniyor.
Ukrayna’da süren savaşı ve İsrail-Gazze savaşını ele alalım. En başlarda yeni ve beklenmedik olmaları nedeniyle insanların dikkatlerini kendine çeken bu olaylar, zaman geçtikçe, medyada hâlâ hakkında haberler yapılıyor olmasına rağmen eskisi kadar manşetlere çıkmıyor.
Araştırmalara göre, aylar ya da yıllarca sürmesi halinde bir savaş, ilk günlerde yarattığı etkiyi yaratmıyor.
Duyarsızlaşma günlük hayatta da rastlanan bir olgu. Örneğin şiddetin yaygın olduğu mahallelerde gençler arasında şiddet konusu normalleşebiliyor.
Benzer şekide Covid pandemisinin ilk zamanlarında ölümler daha az iken insanlar, ölümlerin yüzbinlere ulaştığı zamanlara oranla daha kaygılılardı.
Bunun elbette bazı avantajları da var.
İnsan, çevresindeki koşullar ne kadar zorlu olursa olsun onlara uyum sağlayabilmek zorunda. Eğer sürekli bir şok ve anksiyete halinde ortalıkta geziyor olsaydık, insan türü olarak bugünlere gelemez, şimdiki gibi sorun çözme, hayal etme ve yaratım gibi özelliklerden yoksun kalırdık.
Öte yandan bu durum ciddi tuzaklar da barındırıyor.
Uyum sağlama özelliği sonucunda insanlar, sosyologların “yavaş şiddet” adını verdiği olaylarla (acil bir mesele olduğu fark edilemeyen felaketler) başa çıkmakta zorlanabiliyor.
İklim değişikliğine bağlı küresel karbon salımlarındaki artış bu gibi konular arasında.
Normalleştirme nasıl gerçekleşiyor?
Medya tüketimi başlığı altında iki tartışma öne çıkıyor:
- Yayıncılar okuyucu ve dinleyicileri duyarsızlaştırmadan bir meseleyi nasıl haberleştirebilir?
- Biz bilgili ve akıllı medya tüketicileri olarak aynı riske maruz kalmaktan nasıl kaçınabiliriz?
Araştırmacılar bir süredir aynı tür haberleri üst üste okuyan tüketicilerin bundan nasıl etkilendiğini inceliyor.
Örneğin bir araştırmaya göre tüketiciler tekrar tekrar aynı tür habere maruz kaldıklarında ondan rahatsızlık duyabiliyor hatta bu gibi haberlerden kaçabiliyorlar.
Bunun tek nedeni yeniliğe aç olmaları değil; hiçbir şeyin düzelmediğini ve değişmediğini gördüklerinde ayrıca rahatsız oluyorlar.
Bazı meseleler yok sayıldıkça statüko sürdürülüyor ve yönetenler değişmiyor. İklim değişikliğini ele alalım: Kimse bu konuyu tartışmasaydı hükümetler ve işletmeler eyleme geçerler miydi?
Öte yandan insanların başkalarının yaşadığı acıları anlatan haberleri gördüklerinde yaşadıkları stres; tükenmişlik hissi ve kendilerini bu konudaki haberlere tamamen kapamalarına neden olabiliyor.
Duyarsızlaşmayı engellemek için ne yapmalı?
Dünyada yaşanan sorunları “normal” olarak kabul etmeden, aynı zamanda hayatlarımıza devam edebilecek ruh halinde kalmak mümkün mü ve bu dengeyi nasıl kurabiliriz?
Haberlerin belli saatlerde ve farkındalığı daha yüksek tutarak tüketilmesi, araştırmacıların verdiği tavsiyeler arasında.
Bana göre bilgili olmak ve “medya rejiminizi” daha çeşitli tutmak da önemli.
Mesela eğer hakkında daha fazla şey bilmek istediğiniz bir haber konusu varsa, yararlandığınız medya kaynaklarını artırabilir ya da tek bir haber platformunun ötesine geçmeyi deneyebilirsiniz.
Örneği İsrail-Gazze savaşını takip ediyorsanız, yalnızca son dakika haber başlıklarını ekranı kaydıra kaydıra okumak (“doomscrooling” ya da felaket kaydırması) yerine, mesela yalnızca birinci şahıs tarafından anlatılmış yazılara ya da dış politika gibi belli başlıklara odaklanabilirsiniz.
Aynı konuda belgesel izlemek, sesli kitap dinlemek ya da şiir okumak da bir yöntem.
Savaşın tüm taraflarının bakış açılarını yansıtan içerikleri tüketmek de önemli.
Biraz uzaklaşarak sadece şimdiki zamanı düşünmekle kalmayıp, geleceği düşünebilmek de öyle.
Hem geçmişe bakarak bu noktaya nasıl geldiğimize dair tarih kitaplarından ve belgesellerden faydalanabilir, hem de geleceğe bakmayı denemek adına ileriye dönük analizleri okuyabiliriz.
Bu, günümüzde verilen bazı kararların önümüzdeki yüz hatta bin yıl için ne ifade ettiğine kafa yormamızı sağlayabilir.
Peki bizi doğrudan etkileyen ve “normal” diye kabul edemeyeceğimiz bazı koşullara uyum sağlama eğilimimiz ne olacak?
İlk adım bu alışkanlığın hepimizde var olduğunu kabul etmek.
Sonrasında, evinizde, ait olduğunuz topluluk içinde ya da ülkenizde, isteminiz dışında neleri artık normal kabul ettiğinize kafa yormak işe yarayabilir.
Ancak bu şekilde ileride nasıl hareket edeceğinizi planlayabilirsiniz.
Bazı araştırmacılar ise “yavaş şiddete”; “yavaş direniş” ya da “yavaş pasif direniş” ile karşılık vermeyi öneriyor. Günlük hayatta bir konudaki bilgilerinizi başkalarıyla paylaşmak bunun en basit yollarından biri.
Diğer uzmanlara göre, kendi ülkenizde size “normal” gelmeye başlayan bir konuyu, başka bir ülkeden biri ile konuşabilir, başka ülkelerde aynı konunun nasıl ele alındığı hakkında okuma yapabilir, ya da gözlem için farklı ülkelere seyahat edebilirsiniz.
Öte yandan sizin için önemli bir konu hakkında bir ay ya da bir yıl sonra aynı şeyleri hissetmeyi beklemeyin.
Her şeyden öte, bir gerçeği aklınızdan çıkarmayın:
Küresel köle ticaretinden tutun da Güney Afrika’daki ırkçılığa kadar, on yıllar hatta yüz yıllar boyu süregelen ve asla değişmeyeceği düşünülen korkunç olaylar yaşandı; bazıları öyle ya da böyle normalleştirildi.
Ancak gördük ki bunlar dahi değişti.