Ufuk Çıkmaz
Bu kadar meşgalemin arasında neden bu konu ile ilgili bir yazı yazdığımı düşünüp tekrar tekrar kendime şaşıracağım muhtemelen, belki de sırf bu şaşırma eylemi için yazıyorumdur. Bu meşgale hatırlatmasının bu yazıyı hasbelkader okuyacak olanı minnet içerisinde bırakmak gibi bir amacı yok, öte yandan ‘sorumluluk hissettim de o yüzden yazıyorum’ gibi bir cümlenin de ben de bir karşılığı olmadığı bilinsin isterim. Dolayısı ile okunduktan sonra kimsenin bu yazının etrafında toplanmasını istemem, dahası buna katlanamam (yazı katlanırsa eğer, bu onu katlanmaya zorlayanların problemi olarak kalacaktır, her zaman için).
Son bir aylık zaman diliminde, içinde, bir şekilde, ‘Boğaziçi’ kelimesinin geçtiği bir yığın yazı, haber, fotoğraf, video vs. ile karşılaştık. İnsanlar o veya bu şekilde taleplerini ve haklarını ‘görünür’ kıldılar ve hala daha kılmaktalar. Fakat ben bu yazıda birbirleri ile ilişkili fenomenlere odaklanmak ve o bağlamda bir çift söz söylemek istiyorum. Bu yazının konusu ‘dayanışma’, ‘görünür-olma’, ‘toplanma’ ve ‘umut’ üzerinden yürütülmeye çalışılan bir tartışma olacak.
Önce bir anekdotla başlayayım; ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisi yeni yayınlandığında bir arkadaşımla konuşuyorduk ve konu imza atan akademisyenlerin ne kadar cesur olduğuna geldi. Bu bildirinin ahlaki duruşunun, insanın karşılaştığı zulümlere karşı durma isteğinin ve tüm bunlarla beraber, bunlara eşlik eden cesaretin ne kadar önemli olduğu üzerine dönen bir muhabbetti. Bu noktaları takdir etmek ve hayranlık duymakla beraber, acaba faşizme (rejimin adını net ve doğru olarak koyalım) karşı mücadele için ‘görünür-olmak’ nasıl sonuçlanırdı? O zaman için, metin daha yeni paylaşılmıştı ve ne olacağı bilinmezken, benim yorumum ise en başından itibaren açık ve netti; ‘faşizm tamamlanmaya yöneldiğinde, güç toparlandığında, bu güce karşı her görünür olan eylem, zoraki şekilde diyalektik bir pozisyona itilir ve bu da kaçınılmaz şekilde Hegelyan bir Aufhebung ile, yani gücün konsolidasyonu ve yeni görünür alanların düzenlenip gücün etki alanına girmesi ile sonuçlanacağı yolluydu’ bu da o zamana kadar ‘nispeten’ gücün henüz etki alanına girmemiş akademinin bu alana demirlemesi ile sonuçlanması anlamına geliyordu ve nitekim öyle de oldu. Aynı şey ve süreçler, istersek adına, Baba’nın adlandırmasına uygun olarak ve faşizme entegre bir şekilde Fetö diyelim, istersek de kişinin kendini adlandırmasındaki güç sarhoşluğundan ve ‘biz’ vurgusundan korkarak ‘Gülen hareketi’ diyelim, son bitmek bilmez yıllarda karşılaştığımız olguda da kendini göstermiştir.
Faşizm, öyle ya da böyle metafizik süreçlerin sonucunda karşılaştığımız bir olgudur1 ve unutulmaması gereken şey, metafizik, optik bir olgudur, görme ile ilgilidir. İktidar ancak görünür olanlarla mücadele edebilir. Görünür olan, oyunu iktidarın istediği gibi oynamak zorunluluğu içerisindedir, bu tarz barışçıl olsun veya olmasın (bu noktada tabii ki de barışçıl eylemle, şiddet içerikli eylemler arasındaki ahlaki haklılık ‘farkını’ silmiyorum, ama metafiziksel olarak yakın pozisyonlar olduğunu ifade etme cesaretini de göstermemiz gerektiğini düşünüyorum) oyunu burada oynamayı kabullenme içerisinde varoluşa gelecektir. Zaten, iktidarın, bütün varoluş alanını bir bütünlük olarak, mutlak olarak kapattığı anda, varoluşa gelebilmenin şartı da görünür olabilmektir. Bu görünürlük de, iktidarın sürgit devam eden güç temerküzünde gördüğümüz üzere ‘toplanma’, ‘bir araya gelme’, ‘homojenleştirme’ üzerine kuruludur (henüz farkları silmeyen bir toplanma çeşidi maalesef ‘bulunamadı’, bu içinde 1 buranın yoğun Heidegger angajmanı çerçevesinde değerlendirilmesini dilerim, yani şöyle; ontoteoloji olarak metafizik bulunduğumuz bütün bir metafizik çağının, insanı yaşamaktan bezdiren, acıtan zorluğudur). ‘Karşı tarafta’ (eğer böylesi bir pozisyon mümkünse!) böylesi bir toplanma gerçekleştikten
sonra, yani iktidar için görüye geldikten sonra, olacak olan bellidir, iktidar bu görünür olanı içererek aşacaktır ve daha da büyüyecektir. Bu durumda ‘fırtınanın göz’üne atılmanın tek bir ‘mantıklı’ (metafiziksel açıdan, oyunu kazanma mantığı içinde) açıklaması vardır, o da; iktidardan daha güçlü olduğundan emin olmaktır, -ki bu bence geçen yıllardaki Cemaat’in pozisyonunun makul bir açıklamasıdır. Buradaki ‘daha güçlü’ ifadesi ahlaki üstünlük değildir, bildiğimiz bütün enstrümanları alt alta yazdığımızda ortaya çıkan karşılaştırmalı sonuçtur ve bana bu noktada kazanan veya kaybedenin kim olduğuna dair olan fark o kadar da büyük gözükmüyor, yeni bir faşizm çağının başlama anından başka (ki burası özet Türkiye tarihidir).
Adından da anlaşılacağı üzere ‘dayanışma’ kelimesi birden fazla kişinin ortaklaşacağı bir paydayı ve bu ortaklaşmayı ifade eden bir kelimedir. Her haliyle bir toplanmadır, bir araya gelmedir. Logos’un, ‘legein’den ve ‘legein’ olarak açılmasıdır, bir toplanmadır, bir araya gelmedir ve böylece görünür olabilmedir. Dayanışmada, dayanılan, sırtlarımızı değil yüzümüzün baktığı yön anlamında, şey tamlığına erişmiş veya erişme yolundaki iktidardır, mücadelenin alanı ve adı güç mücadelesidir, zira artık, iktidar görebilmektedir. İktidarın görmesi ise gördüğünü aşmasından başka anlama gelmemektedir. Dolayısı ile iktidar, faşizmin içeriğini, ancak, bu devam eden görünür olmalar, görmeler, aşmalarla tamamlayabilir ve böylece mutlak manada bir faşizme dönüşür. Böyle bir yolda, alt alta toplamalar sonucunda, dayananların iktidarı geriletmesi, sözüm ona yıkması, değiştirmesi vs. mümkün değil midir? Hayır. Zira, oyuna bir kere dahil olduktan sonra her durumda kazanan güç olacaktır, öyle veya böyle. İktidar kendini bir başka isimle isimlendirip devam edecektir. Olursa, eğer bir şekilde, olacak olan yeni başlangıç bir sonraki zoraki hedefin başlama anı olacaktır ve böylesi bir pozisyonda, içinde bulunduğumuz metafizik durum, hikayenin sonunu daha baştan bize söylemektedir. İşte her defasında bu sefer ‘farklı’ olacağına dair naif inanç, yani ‘umut’, dayanmayı ve toplanmayı metafiziğin şartları içinde mümkün kılsa da, bu umudun yöneliminin bir sonraki zoraki duraktan başkası olmadığını, kısa Türkiye tarihinden öğrenmeye olan direncimiz, dayanışmanın da tarihsel anlam içeriğini ve ‘haklılık zeminini’ oluşturmaktadır.
Dekonstrüksiyona, kendisi olduğu için uğratılma ihtimali olmayan adalet vurgusu ise bize bir umut mu vermektedir, bu umut, bir huzur metafiziği içinde mi gelmektedir? Yoksa mesihsiz bir mesihçilik beklentisini mi önermektedir?
Peki ya ‘nedir’ diye sorarsanız? Kısa yollu ve net cevaplara iştahı kabaranların, düşünmeye mecali olmayanların ya da onu hafife alanların (değil mi ki aslolan değiştirmektir dünyayı), veya yaşanmayı bekleyen hayatla düşünme arasına bir ayrım çekenlerin beklentisine uygun olarak, denir ki; böylesi bir durumda (ki ‘her durum’ böylesidir), aslolan o duruma gelmemek, o döngüye girmemektir, yani görünür olmamaktır. Görünür olmamak demek anlaşılacağı üzere toplanmamak demektir, öyle veya böyle. Her hangi bir şekilde güç temerküzü oluşturmamaktır, bu durumda insanın umutla bir bağı da kalmayacaktır, bu ümitsizlik anlamında değil (belki herhangi bir anlamda değil), umudun söze konu olmaması ile ilgilidir. Bu elleri kolları bağlayıp, hiç bir şey yapmadan oturmaktan ziyade, düşünmenin en asli (Otantik olan ve olmayan diye ayrımlar koyan metafiziksel vurguyu burada neden hatırlamayalım) manada yapma olması ile ilgilidir. Bir ‘hazır’ olarak ele ne geçecektir; hiç! Ama, bu öneride düşünülen şeylerden biri de, dipten derinden belki de şudur, faşizmin tamamlanmasından sonra bile olsa, bu şekilde, bazı alanlar görünür olmadığından müdahale edilmeden, o mutlak tarafından içerilmemiş olarak kalacaktır, en azından kalabilme ihtimali (bir imkan olarak) dahilindedir. İşte o alan, mekan olarak düşünüldüğünde hayattan başka nedir ki? ‘Biz’ gibi bir toplanmayla malul olmamış, ama bunun yanında otantik ben-olma sapkınlığına da düşmemiş, başka olanın hayatı. İşte bu ‘eylem adamı’ olanlar için belki de uygun, hazır, kısa yollu bir cevap oldu.
Ben mi? Bana gelince, cevap da soru kadar ve soru da cevap kadar olmayıveresicelerdir.
1 buranın yoğun Heidegger angajmanı çerçevesinde değerlendirilmesini dilerim, yani şöyle; ontoteoloji olarak metafizik