Uğur Güney Subaşı
Merhaba tuhaf bakışlı adam,
Benim adım Uğur Güney Subaşı. Kadim Adana’nın “orta sınıf” ailelerinden birisi olan Subaşı ailesine “uğur” getirmesi için konulan Uğur ismine, ki bizimkilerin sonradan fark edeceği üzere aslında o “uğur” benden sadece 3 yıl önce doğan, ancak yaklaşık 30 yıl önüme geçmeyi başaran ablamla birlikte zaten çoktan gelip yerleşmişti bizim aileye, 70’lerin sonlarına doğru tüm ülkeyi kasıp kavurduğu gibi güzel Adana’mızı da her hücresine, her mahallesine, her yurttaşına kadar kasıp kavuran ve aynı zamanda da hemşehrimiz olan görkemli sinemacı Yılmaz Güney’e selam namına lehimlenen Güney ismini omuzlarına yükleyerek kardeşin kardeşi karanlıklarda acımasızca boğazladığı o karanlık, o puslu yıllarda ancak “suni sancı” ile bu kargaşanın içerisine doğabilmiş, ya da tam ortasına düşebilmiş; hani son günlerde bir beşik gibi ülke gündemini sallayan Bir Başkadır dizisinin nevrotik karakteri Ruhiye gibi uzun zamandır da kendisini kafasının içindeki bir kışlaya kapatmış ve orada dinmeyen acılarına kendisini asker eyleyerek terhis olmayı inatla reddetmiş “sancılı” bir okurun, inatçı bir takipçinim senin.
Ki bu öyle amansız bir takip ki, hani sen pek fark etmemiş olsan bile, bir hapishane hücresinden ziyade zalimlere karşı “göğüs göğüse” çarpışılan şanlı bir direniş üssüne çevrilen o meşhur maphushane hücresine kapatılmış olman bile bu ezeli takibin, iz sürmenin önüne hiçbir şekilde geçemedi.. Geçemediği gibi içeriden dışarıya yazdığın her bir kelime ile sanki daha bir harlandı ve hatta her şeye, herkese rağmen geleceğe dair kıyıda köşede kalmış umutlarımızın artık sönmeye yüz tutmuş ateşini bile tutuşturmayı başardı.
Daha yeni tahliye olmana ve iktidarın gözünün üzerinde olduğunu bilmene rağmen “modern zamanların korkusuz şövalyesi” olduğunu dosta düşmana bir kez daha hatırlatırcasına içeride suçsuz yere yatan mahkumların bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları gerektiğini gönül dolusu haykırmış olmanın bende bıraktığı tarifsiz izlerini kendime kılavuz olarak atayarak; artık eski ışıltısını ve neşesini kaybetmiş bir dönem adına hayat dediğimiz bu “viral” çilede nefes almaya mecalimin yettiği her anımda resmi yel değirmenlerine tek başına savaş açmanı sağlayan o yiğit yüreğini inatla, ısrarla ve keyifle takip etmeye devam edeceğim.
Aslına bakarsan devam etmek de zorundayım biliyor musun? Zira senin içeride dayanabildiğine bizlerin dışarıda dayanma ihtimali kalmamıştır artık. Hani Tezer Özlü’nün muhteşem anlatımıyla ifade edersem eğer; hiçbir şey geçmese de her şey’in geçip gittiği zor zamanlardan geçiyoruz usta. Ne vakit bitiş çizgisine ulaştığımızı zannetsek, ya da umut etsek o “finish” çizgisi birileri tarafından, üstelik göz göre, metrelerce uzağa çekiliyor! Köpek yarışlarında oyuncak bir tavşanın arkasından dilleri dışarıda amansızca koşturan yarışmacı köpekler gibi bizden sürekli kaçırılan hukukun, adaletin, vicdanın, hakkaniyetin, mantığın ve elbette eski neşemizin ve sağlığımızın peşinde öylece koşturup duruyoruz!
Üstelik biz koştururken paramızı çalıyorlar bizden, biz koştururken zamanımızı, kıt kanaat biriktirdiğimiz el emeği göz nuru umutlarımızı, yaşama sevinçlerimizi çalıyorlar…Çocukların masumiyetine, gençlerin istikballerine, kadınların bedenlerine arsızca el uzatıyorlar. Anlayacağın usta, senin içeride korkusuzca göğüslediğin kötülüklere ve haksızlıklara biz dışarıda hani bırak göğüs germeyi dokunamıyoruz bile. Kendilerine itaat etmeyen herkesi, hepimizi son durağı Auschwitz olan bir soykırım treninin içerisinde her yaştan, her ırktan ve cinsiyetten milyonlarca masum insanla birlikte yolculuk etmeye zorluyorlar sanki. İnsanın hayallerini eriten bir sıcaklığın adeta gövde gösterisi yaptığı o “ölüm” vagonlarında tüm yolcularla (kurbanlarla) birlikte ağzı sıkı İtalyan mafya üyeleri gibi celladımıza sessizce iman edip duruyoruz.
Sonra da hiçbir şey olmamış, sanki bütün bu haksızlıklarla biz muhatap olmamışız gibi bize dayatılan bu rezil hayata ya da bir anlamda bitmeyen koşturmacalarımıza bizi indirdikleri istasyonlardan devam etmeye çalışıyoruz.
Ancak olmuyor biliyor musun? Olmayacak da! Dili, dini, ırkı, mezhebi, ideolojisi, cinsiyeti, cinsel tercihleri ne olursa olsun “evrensel hukuk ilkeleri” etrafında bir türlü birleşemeyerek, bir araya gelemeyerek her haksızlıkta, her hukuksuzlukta ilk olarak haksızlığa uğrayanın siyasi ya da etnik kimliği ile ilgilenmeye ve ona göre pozisyon almaya devam ettiğimiz müddetçe ekonominin bu perişan haline rağmen zorla çıkarıldığımız bu ölüm yolculuğumuzu bir türlü sonlandıramayacağız.
Benim adım Uğur Güney Subaşı. Kadim Adana’nın “orta sınıf” ailelerinden birisi olan Subaşı ailesine “uğur” getirmesi için konulan Uğur ismine lehimlenen Güney ile ancak “suni sancı” ile bu kargaşanın içerisine doğabilmiş, ya da tam ortasına düşebilmiş bir okurunum senin. Belki de kötü bir taklidinim bilmiyorum. Ancak tanığı olmaya ve hatta zamanla bir parçası olmaya zorlandığımız insan üstü bir gaddarlığın, ahmaklığın ve de asla iflah olmayacak bir caniliğin süzgecinden geçirilerek bizlere ulaştığı ortada olan bütün bu acılara, haksızlıklara, zulme artık dayanacak, tahammül edecek halimizin, dermanımızın, gücümüzün kalmadığını çok iyi biliyorum.
Bu sebeple de gerek senin gerekse de Demirtaş başkan başta olmak üzere siyasi düşüncesi ne olursa olsun tüm tutsakların yıllardır kendilerinden esirgenen özgürlüklerine bir an önce ama bir an önce kavuşmalarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü belli ki sizlerin özgürlüğü, çünkü belli ki sizlerin huzuru ve mutluluğu bizim direncimizi bileyleyerek korkusuz bir sendikacıyla birlikte hep bir ağızdan “vallahi de korkmuyoruz billahi de korkmuyoruz sizden!” diye haykırmamızın ana reaktör olacak, önündeki tüm engelleri bir bir kaldıracak. Oysa penceresi demir parmaklıklarla kapatılmış o soğuk odalarda karşıladığınız her yeni gün, belli ki kaybettiğimiz, yenildiğimiz karanlık, kaos yüklü bir güne tekabül edecek bizler için.
“Birdenbire böyle tam 38 yıl öncesine döndüm. Annemle birebir aynı cümleleri kuruyorduk mesela. Yani 38 yıl sonra benim yaşadığımı kızlarımın da yaşayabileceğini hiç düşünmemiştim. Hiç böyle bir şey aklıma gelmemişti. Sonra Selahattin’le vedalaştık. En kısa sürede geleceğini söyledi. Ama ben çok zorlanıyorum.” Diyerek o sırada o belgeseli izleyen herkesi kendisi gibi gözyaşlarına boğmuştu Başak Demirtaş. Evet, sadece Başak Hanım değil usta, Başak Hanım’ın, Başak Demirtaş’ların tüm acılarını, uğramış olduğu nice haksızlıkları ve edepsizlikleri yüreklerinde hisseden herkes çok zorlanıyor.. Bu 38 yıllık vahşi döngüyü kırmamız için sizlerin özgür cümlelerinize çok ihtiyacımız var. Çünkü biz çok zorlanıyoruz usta. Çok zorlanıyoruz.